Sahi, en son ne zaman bir filmde bir işçi gördük? İlla mavi yakalı olması da gerekmez, büroda çalışan bir karakter diyelim. Yanıt vermekte zorlanıyor insan... Express'in 108. sayısının konuğu Harun Farocki’nin hatırlattığı gibi, filmler hep işçiler fabrikadan çıktıktan sonra başlıyor. Zira, çalışmak tekdüze ve pek çoklarına göre hiç de sinemasal değil. Bu yüzden de, pek çok sinemacı işçileri göstermemeyi tercih ediyor. Sinemanın 100 yılı aşkın tarihinde, ölümden daha ürkütücü, cinsellikten daha müstehcen bir imge emek...
İlginçtir, bundan 10 yıl sonra, Osmanlı’da sinemanın tarihi de bir başka kardeş sinemacıların çektiği emek görüntüleriyle açılıyor: Manaki kardeşler, Manastır yakınlarındaki köylerinde, Yün Eğiren Kadınlar'ı ve örgü ören Despina Nine'lerini çekiyor. Ancak, emeğin temsili, “ulusal” bir sinemanın başlangıcı için simgesel açıdan yeterince güçlü sayılmadığından olsa gerek, Sultan Mehmet Reşat’ın Manastır Ziyareti (1911) ya da varlığı muamma olan Ayestefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı (1914), ilk film olmaya daha fazla değer görülüyor sinema tarihçileri tarafından.
Peki ne oldu da, ilksel görüntü olarak seçilen emek ve çalışma, sonradan giderek sinema tarihinden silindi? Günümüzün ‘aykırı’ düşünürlerinden Slavoj Zizek, sinemada emeğin çoğunlukla kötülükle ilişkilendirildiğini, karanlık dehlizlerde ya da yeraltında gerçekleştiğini belirtiyor. Metropolis’le (Fritz Lang, 1927) başlatabileceğimiz, üretim sürecine dair bu fantezinin ardında, kapitalizmin işleyiş mekanizmalarını gizleme arzusu yatıyor hiç kuşkusuz. Zizek, Hollywood filmlerinde emek süreciyle karşılaştığımız yegane ânın James Bond tarzı aksiyon filmlerinde, kahramanın kötü adamın gizli karargâhına girdiği sahne olduğunu söylüyor. Uyuşturucu ya da kitle imha silahı üretimi gibi yasadışı işlerin yapıldığı bu işlikte, kahraman genellikle yakayı ele verir. İzleyiciler, üretim sürecinin adeta toplumcu gerçekçi bir sunumuna tanıklık ederken, kahraman da zincirlerinden kurtulmayı başarır. Filmin sonunda, kötülüklerin kaynağı olan bu karargâh Bond tarafından havaya uçurulur ve işçi sınıfının olmadığı tüketim cennetine geri dönülür.
Kimileri, işçi sınıfının beyazperdeden çekilişini, ekonomide hizmet ve finans sektörlerinin büyümesi ile ilişkilendiriyor. Oysa krize de neden olan gayrimaddi finans sektörünün ağırlığı, üretim sürecinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Günümüzde, üretim ağırlıklı olarak işgücünün ucuz olduğu çevre ülkelere doğru kayarken, gelişmiş ülkelerdeki üretim ve hizmetler de ‘göçmen işçiler’ tarafından yerine getiriliyor. İşte bu nedenle, emek, sinemada olduğu gibi, yaşamda da gözönünden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Hükümetin, Taksim’de 1 Mayıs “hassasiyetinde” de, bu türden bir gözden ırak tutma girişiminin izleri yok mu?
Bu gelişmelerin sonucunda, özellikle Batı’da, “işçi” kavramının eleştirel söylemde yerini giderek “göçmenliğe” bıraktığına tanıklık ediyoruz. Artık sınıf ve sömürü gibi sorunlar da, kültürel uyum ya da hoşgörü gibi temalara indirgeniyor. Popüler sinemada, benzer bir kaymadan söz etmek mümkün. İşçilerin yerini aldığını gözlemlediğimiz göçmenler, çalışma ortamından çok sosyal yaşamlarıyla temsil ediliyor. “Ulusaşırı” olarak anılan filmler, genellikle kültürel kalıpyargıların neden olduğu gülünç durumları konu ediniyor. Söz konusu filmlerde, topluma uyum ve dışlanma gibi sorunlar, sonuçta gösterişli düğünlerle çok-kültürlü bir mutlu-sona evriliyor.
Ancak, yaşadığımız son ekonomik krizle birlikte, bir şeylerin değişmekte olduğuna tanıklık eder gibiyiz. Tekel direnişi örneğinde olduğu gibi, işçiler tüm engellemelere karşın varlıklarını kamusal alanda hissettiriyor. Direniş şimdiden çok sayıda belgesel filme konu olmuş durumda. Daha ilginç olansa, bu konuda sinemadan bile katı olan reklam sektörünün, tarihinde belki de ilk kez emek görüntülerine yer vermesi. Krizde ekonomiyi canlandırma iddiasındaki “Türkiye Susmasın”, “Ekonomiye Can Verelim” vb. başlıklar taşıyan reklamlar, bugüne değin tabu sayılan, işçi ve çalışma görüntüleri içeriyor. Bu reklamların bazılarında emekçilerin işadamları ve ekonomi yazarları tarafından canlandırılması da, akla bir dönem derebeylerinin düzenledikleri partilere çoban kıyafetiyle katılmalarını getiriyor. Romantik bir imge konumuna dönüştürülen işçinin, hem krizinin bedelini ödeyen hem de ülkeyi krizden kurtracak kesim olarak gösterilmesi anlamlı.
***
Ankara, İstanbul ve İzmir’den sonra, Türkiye’yi dolaşacak olan Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, bu türden nostaljk görüntülerin ya da Hollywood’un pervasız böbürlenme hikâyelerinin dışında bir kapı aralıyor bizlere. Festivaldeki filmler duvarların yıkıldığı bir dünyanın düşünü kurduruyor izleyicilerine. Kısacası, başka bir dünya ve sinema mümkün.
(express, sayı 110, 1-15 Mayıs 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder