5 Mart 2009 Perşembe

kriz filmleri

Önce filmi geriye sarıp, 23.10.2008 tarihli Karşı Açı’ya bağlanalım: Ekonomik krizin sinema sektörü üzerine olası etkilerine değindiğimiz yazıda, 1930’ların Hollywood’unu ele alarak, 1929 ve 2009 krizleri arasında bir karşılaştırma yapan sinema tarihçisi David Thomson’ın görüşlerine yer vermiştik. Refah ve mutluluğu en büyük Amerikan idealleri olarak sunan Hollywood’un, dünya ekonomik bunalımı sırasında meseleye yabancı kalmadığına dikkat çekiyordu. Thomson’a göre, bunun ardında senaryo yazarlarının gerçeklere sırtlarını dönmemesinin yatıyordu. Yazar, Ben Bir Pranga Kaçağıyım, Bay Deeds Şehre Gidiyor, Gazap Üzümleri, Günlük Ekmeğimiz ve Şehir Işıkları gibi filmlerde samimiyet ve keskin bir mizah anlayışı bulunduğunu belirterek, bu filmlerin yarataıcılarından bazılarının karanlık McCarthy döneminde komünist olarak suçlandığını hatırlatıyordu. ABD sinemasının eskisi gibi bir yaratıcı yetenek potansiyeline sahip olmadığını belirten Thomson, krizin popüler sinemadaki yansımaları konusunda olumsuz görüş taşıyordu: “Bugünün yetenekleri yalnızca gişe filmi üretmeye odaklanmış, zengin gençlerden oluşuyor. Kaybedecekleri şeyler dışında, yaşam hakkında çok az şey biliyorlar.” 

Gerçekten de öyle mi? Geçtiğimiz yıl haklarını aramak için greve giden ABD’li senaryo yazarları, sektördeki eşitsiz gelir paylaşımına ve emeğin haklarına dikkat çekmişlerdi. Sinema sektöründeki diğer yaratıcılar da, olumlu bir dayanışma sergileyerek, eylemleriyle televizyon ve sinema sektörünü ciddi anlamda sarsan senaryo yazarlarına destek vermişti. Bu deneyimi kollektif bilinç hanesine kaydeden Hollywood’un bugünkü manzara karşısında tutumunu az sonra değerlendireceğiz.

Peki, yurtdışından gelen kayıt dışı paralarla (9.8 milyar dolarlık bu kaynakla ilgili olarak Korkut Boratav’ın çeşitli yayınlarda çıkan görüşlerine bakınız) krizi ‘teğet geçirmeye’ çalışan Türkiye’de durum nedir? Basın sektöründe 29 yıl sonra gelen ilk grevi görmezden gelen ‘sendikasızlaştırılmış’ medyanın bu anlamda iyi bir sınav verdiğini söylemek zor. Önümüze yeni bir ufuk açan on onurlu Turkuaz Medya çalışanından Selim Suner, Hollywood yapımı dizileri ilgiyle seyreden ancak sendika ve grev gibi kavramları çağdışı bulan kesimin bilinç kapalılığını şu sözlerle sergiliyor: “Senin bütün medya kuruluşlarından daha büyük bütçesi olan ABC televizyonu prime time’da en çok reklam geliri olan diziyi üç hafta ya-yın-la-ya-mı-yor! Neden? Sendika var, grev var (...) Madem Lost’la ilgilisin, bir bölümünü üç kez seyrettiğin bir dizinin üç hafta yayınlanmamasının sebebini merak edersin” (Post-express, Şubat 2009).  

Bu noktada, ekonomik krizi bir yana bırakıp, sinemanın da içinde yer aldığı iletişim sektörünün, insanların günlük yaşam koşullarını nasıl ele aldıklarını sorgulayabiliriz. Genel anlamda, iletişim ve eğlence sektörünün “bireylerin gerçek varoluş koşullarına” gözlerini kapattığı ya da hayali/çarpık bir temsilini sunduğu söylenebilir.

Ancak, günümüz sinemasında, istisnalara ya da ‘ideolojinin’ farklı temsillerine de rastlanıyor. Bu konuda, sesli düşünebilmek adına son dönem filmlerden dikkatimizi  çekenleri üç grup altında değerlendireceğiz:  

1) Kaçış filmleri: Geçtiğimiz günlerde gösterime giren Milyoner (Slumdog Millionaire) filmini dahil ettiğimiz bu gruptaki örnekler, anaakım sinemanın genelinden farklı olarak gerçek varoluş koşullarına değinmekle birlikte, tıpkı masallarda olduğu gibi karışıtlıkların, çelişkilerin uzlaştırılması yolunu tercih ederler. Bunun için de, romantik aşk düşüncesinden yararlanırlar. Ancak, bu kadarının bile muhafazakar kesimleri husursuz etmeye yettiğini belirtelim. İngiliz The Times gazetesinin, filmi “yoksulluğun pornografisini yapmakla” suçlaması bu tahammülsüzlüğün bir örneği olarak görülebilir. Yanlış anlaşılmasın, dertleri bir an için olsun unutmaya, bir fanteziye kapılmaya hiç bir itirazım yok. Yeter ki film, Milyoner’de olduğu gibi, popüler olmak için kullandığı klişeleri yaratıcı bir biçimde dönüştürsün ve ‘gerçek’ olma iddiası taşımasın.

2) Krize teğet geçen filmler: Bu grubun başlığı için başbakanın veciz ifadesiyle oynamayı seçtik. Kastettiğimiz, bireylerin gerçek yaşam koşullarını sergileyen, ancak bunların altında yatan nedenler konusunda herhangi bir imâda bulunmayan ya da bu nedenlerin yerine başkalarını ikame eden filmler. Temel örneğimiz ise, Mickey Rouke’un muhteşem dönüşüyle de ön plana çıkan Güreşçi (The Wrestler). Bir dönem yıldız olmuş Amerikan güreşçisi kahramanımız, artık ‘öteki’ Amerika’nın vatandaşlarından biridir. Kaldığı karavanın kirasını bile ödeyemez, saat başı mesai karşılığı süpermarkette çalışır. Ancak film,  özyıkıma sürüklenen kahramanının içinde yer aldığı ‘erkeklik krizi’ aracılığıyla bu yaşam koşullarının üzerini örter.

3) Karaşın filmler: Sinemanın geçerliliğini yitirmeyen türlerinden ‘kara filmden’ (film noir) ayırmak için, bu gruba Ece Ayhan’ın ifadesini yeğledik. Sanırım bu başlık neyi kastettiğimiz ifade ediyor. Bu konuda Avrupa sinemasının sicili daha temiz görünüyor. En azından ustaların son filmlerini anabiliriz: İşte Özgür Dünya (Ken Loach) ve Lorna’nın Sessizliği (Dardenne Kardeşler). Ama artık Leonard Cohen’in şarkısında belirttiği gibi, “demokrasi Amerika’ya da geliyor” gibi. Mouchette’in ve Rosetta’nın ‘karaşın’ kızkardeşi, aynı zamanda Umberto D.’nin güzel torunu Wendy ve hüzünlü köpeği Lucy, Hollywood İmparatorluğunda bir şeylerin çürümekte olduğunu bizlere hatırlatıyor. Wendy ve Lucy’yi bulup izlemekte yarar var.

(Taraf gazetesinde 5.3.2009'da yayınlanmıştır)

Hiç yorum yok: