Yerel seçimler nedeniyle meydanlarda konuşan liderleri izledikçe, bu gösterilerin ne kadar da birbirine benzediğini farkediyor insan: sahnenin düzenlenişi, seyirciyi yararak ilerleyen vinç kamera çekimleri, arkadaki kalabalık, liderlerin taktığı ilin futbol takımını simgeleyen atkı, hatta kullanılan retorik sanki aynı 'yönetmenin' elinden çıkmış gibi... İnsanın aklına ister istemez Büyük Diktatör (Charlie Chaplin, 1940) filminin unutulmaz sahnesi geliyor. Filmin sonlarında, toplama kampından kaçmayı başaran musevi berber, yanlışlıkla diktatör Adenoid Hynkel (Hitler elbette) sanılır ve bir zafer konuşması yapmak üzere başkente getirilir (her iki karakterinde Chaplin tarafından canlandırıldığını hatırlatalım). Diktatörün yerine geçen berber “İktidar olmak ya da fethetmek değil, herkese yardım etmek istiyorum” diye başlayan konuşmasında barış ve demokrasiye vurgu yapar. Yaşanan küçük bir şaşkınlığın ardınan, konuşma coşkuyla karşılanır. Öyle ki, “Askerler, demokrasi için güçlerimizi birleştirelim” dediğinde ortalık alkıştan yıkılır. İsimsiz berber, kalabağın kendisine Hynkel'e gösterdikleri tepkinin aynısını verdiğini ve benzer biçimde alkışladıklarını fark eder.
Chaplin'in anlatmaya çalıştığı faşizmin korkunç yüzü olduğu kadar, kitle ruhunun ürkütücülüğüdür. Ancak, sanki başka bir şey daha söylemeye çalışmaktadır: 'Sözün' evreninde iktidarın ehlileştirilmesi diye bir şeyin sözkonusu olmadığı. Belki de bu yüzden, Hynkel'in sokaklardaki hoparlörlerden yükselen çirkin sesine karşılık, berber neredeyse hiç konuşmamayı tercih eder. Bu, bir yerde Chaplin'in sesli filme karşı sürdürdüğü direnişin de göstergesidir.
Bu sahneyi düşündükçe de, meydanlarda toplanan (ya da zorla getirilen) kalabalığın aynı insanlardan oluşup oluşmadığının yanı sıra, politikacıların da aynı oyuncular tarafından canlandırılmadığı sorusu geliyor akla. Ancak, bu yazıda (post)modern zamanlarda siyasetin içeriksizliğinden, gösteri niteliğinden söz edecek değilim. Amacım, Charlie Chaplin'in geçtiğimiz günlerde yayınlanan söyleşileri (Kevin J. Hayes [der.] Charlie Chaplin, Agora, 2009) vesilesiyle, sanatçının evrenselliğinden ve dehasından söz etmek.
Sanırım öncelikle vurgulamamız gereken, Chaplin'in, bir zamanlar popüler ve 'aşağı' bir eğlence türü olarak görülen sinemaya meşruiyetini kazandıran isimlerin başında geldiği. Dilerseniz Türkiye'den örneklerle gidelim... Yıl 1929, sinema henüz aydınların yüz verdiği bir etkinlik değildir. Gazeteler, Fransızcadan dünya dillerine yerleşen adıyla Şarlo'nun grip nedeniyle yorgan döşek yattığını yazarlar. Ahmet Haşim İkdam gazetesindeki köşesinde bu konuya eğilir: “Hakiki güldürmek kudreti, zümre, sınıf, memleket, millet taksimatı tanımaz. Bütün insanlığa şâmildir. Nasreddin Hoca'nın nüktesi gibi. ... Bu dâhi Amerikalı komik, şimdiye kadar neşenin zıddı olduğunu zannettiğimiz hüzünden ve gözyaşından kahkayı çıkarmak gibi bir mucize yapmıştır. Bu adam, bu itibarla dünyaya misli gelmemiş bir sihirbazdır.”
Birkaç yıl sonrasına, 1935'e gidelim. Henüz ortada ne Modern Zamanlar (1936), ne de Büyük Diktatör (1940) var. Akşam gazetesinde Orhan Selim imzasıyla yazılar kaleme alan Nazım Hikmet, Cemal Nadir'in ünlü çizgi karakteri Amca Bey'den söz ederken, onun da Şarlo gibi hayatı sevdiğini ve materyalist olduğunu yazar. Bu benzetmeye itiraz eden bir okur, Chaplin’in materyalist değil idealist olduğunu belirten bir mektup gönderir. Okur, görüşlerini desteklemek için, Şarlo'nun bir filmde, polisler tarafından karakola sürüklenirken, parke taşları arasında çıkmış bir çiçeği koparıp ceketinin yakasına iliştirmesini ve 'bedavacı’ oluşunu örnek verir.
Nazım Hikmet yanıtı dikkate değer bulur, zira örnek, “bir çoklarımızca, hatta bir çok sayın entellektüelimizce Materyalizmin nasıl yanlış ve başka anlamlarda anlaşıldığını” gösterir.
Farklı dünya görüşlerine sahip bu iki yazar Chaplin konusunda birleşmiştir. Tıpkı, yıllar önce Küba'da sinema görmemiş bir köydeki insanlar (bu öyküyü İlk kez [Pro primera vez], 1967 adlı kısa filmde izleyebilirsiniz) ya da bugün dünyanın herhangi bir yerinde bu filmleri izleyen her yaştan, her kesimden seyirci gibi... Onları buluşturan perdeye yansıyan gündelik yaşam, çekilen sıkıntıların ardındaki çıplak gerçeklik ve bütün bunlara dayanma gücü veren mizahtır...
Keyifli bir anıyla bitirelim. Ünlü yönetmen Jean Renoir ailesiyle birlikte ABD'ye taşındığında Chaplin'in eski karısı Paulette Goddard'a komşu olurlar. Renoir, aralarında gelişen dosluktan cesaret alarak, bir gün Chaplin'in onun gibi bir kadından ayrılmak için deli olması gerektiğini söyler. Goddard ayrılmayı Chaplin'in değil, kendisinin istediğini belirtir. “Zira bütün esprilerini filmlerine saklamıştı. Gerçekte yaşamda hiç de komik biri değildi” der. Ancak, Renoir'a göre işin aslı bir dehayla birlikte yaşamının zorluğuydu. “Böyle bir zekaya uzun süre uzun süre ayak uydurabilmek yorucu olmalıydı, insan arada sırada ortalama zekalılar arasında katılıp nefes almak ister” diye yorumlar durumu Renoir.
(Taraf gazetesinde 19.3.2009'da yayınlanmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder