İlgiyle izlediğim edebiyat dergisi Notos, son sayısında (Haziran-Temmuz 2009) “Türk sineması Türk romanın önüne mi geçti?” başlıklı bir dosyaya yer vermiş. Bir grup yazar, yönetmen ve eleştirmenden Türkiye’de sinema ile edebiyat arasında bir karşılaştırma yapmalarını istemiş.
Notos’un tartışmaya açtığı görüş, son dönemde Türkiye’de sinemanın anlatım dili ve düşünsel derinliğiyle üst düzeye eriştiği ve edebiyatı, özellikle de romanı geride bıraktığı savına dayanıyor. İşin ilginç tarafı, derginin soruşturmasına yanıt veren edebiyatçılar bu savı büyük ölçüde onaylarken, görüşlerine yer verilen sinemacılar, edebiyattaki gelişmenin daha önemli olduğunu belirtiyorlar. Anlaşılan her iki grup da, için de yer aldığı alandaki üretimden yeterince hoşnut değil.
Örneğin, yazar Selim İleri geçen sinema mevsiminde, her birini ‘başyapıt’ olarak adlandırdığı altı film izlediğini belirtirken, aynı güçte altı roman okuyamadığını kaydediyor. Son dönemin en özgün filmlerinden Sonbahar’a imza atan yönetmen Özcan Alper ise, “belki Türkçeyi çok iyi kullanabilsem sinemacı değil de, öykücü olurdum” diyor ve Tol (Murat Uyurkulak) gibi güçlü bir romanın sinemada bir karşılığının olmadığını söylüyor.
***
Bu türden bir üstünlük tartışmasına girmeden, Türkiye’de sinema ve edebiyatın seyrine kısaca göz atalım. Öncelikle, her iki anlatı tarzının da birer ifade aracı olduğunu hatırlatmak gerek. Biri ağırlıklı olarak yazıya dayanırken, diğeri ise görüntü ve seslerden oluşuyor.
Buna karşın, edebiyat bir sanat dalı olarak benimsenirken, sinemaya uzunca bir süre yalnızca bir popüler eğlence biçimi olarak bakıldı. Sinemanın bir sanat olarak meşruiyet kazanması ancak 1920’lerden sonra gerçekleşti. Dolayısıyla, bu iki anlatı arasında kurulan sözde hiyerarşinin sanat-eğlence gerilimine dayandığını söyleyebiliriz.
Bunda sinemanın geniş kitlelere ulaşabilmesinin, bir endüstriye dönüşmesinin ve popüler olanın bayağ olarak değerlendirilmesinin önemli bir rol oynadığı gerçek. Yakın dönemden bir örnek vermek gerekirse, Notos dergisinin aynı sayısında, Türkiye’de bugüne dek en çok satılan edebiyat kitabının, 1.100.000 adetle Yaşar Kemal’in İnce Memed dörtlüsünün birinci kitabı olduğu belirtiliyor. Oysa bugün bir film, sinema, DVD ve televizyon gibi çeşitli kaynaklardan bunun 10 katı kadar izleyiciye ulaşabiliyor.
Ancak, artık bu hiyerarşinin kırıldığını, sinemanın edebiyat kadar ‘saygın’ bir konuma yerleştiğini söyleyebiliriz. Ayrıca, görsel kültürün boyut ve öneminin artması, insanları bu konuda daha fazla düşünmeye sevk ediyor. Bu nedenle olsa gerek, şiir yazma hevesinin yerini kısa film ya da klip çekme merakı almış görünüyor. Bu çerçevede, YouTube’un geçmişin ‘Genç Şairler Antalojisi’nin yerini aldığını öne sürmek bilmem abartı sayılır mı?
Peki, edebiyat büsbütün unutuldu mu? Bütün genç heveskârlar görüntüyle mi uğraşıyor? Hayır. Yetkin eleştirmen Ömer Türkeş’in de belirttiği gibi, son yıllarda Türkiye’de bir roman patlaması yaşanıyor. İki anlatı tarzı arasında bir karşılaştırmaya gidildiğinde, 1990’a kadar film sayısının romanın çok üzerinde olduğunu görüyoruz. Örneğin 1972’de üretilen 301 filme karşılık, yalnızca 44 roman yayınlanmış. Bugünse, bu sayıların tersine döndüğü gözleniyor. 2004- 2006 arasında her yıl yayınlanan romanların sayısı 300’ü aşarken, sinema sektöründeki canlanmaya karşın, bir yılda gösterime giren filmlerin sayısı 40’ı bulmuyor. Anlaşılan şiir geri planda kalsa da, anlatmak istediklerini roman diliyle ifade etme arzusu duyanların sayısı artmış.
***
Son olarak, vurgulamamız gereken nokta, sinemanın geçmiştekine oranla düşünsel olarak edebiyattan daha fazla beslendiği. Bunun temel göstergelerinden biri, kitabın son dönemde sinemada giderek daha görünür hale gelmesi. Giovanni Scognamillo, Yeşilçam dönemi filmlerinde, kitapların, kitaplıkların hemen hemen hiç görünmediği saptamasında bulunmuştu. Yakın dönemde ise, Issız Adam’dan Beş Vakit’e pek çok filmde karakterlerin roman okuduğu görülür. Dahası sahaflar da bir karakter olarak Türk sinemasına girdi (Yumurta ve Uzak İhtimal). Bunda yönetmenlerin iyi birer okuyucu olmasının rolü var.
Bu örnekler de gösteriyor ki, sinemaya edebiyatın yerini alacak bir anlatım aracı gözüyle bakmak doğru bir yaklaşım değil. Edebiyat daha çok sinemaya adım atanların beğeni ve yargılarının şekillenmesine yol açan, tutkularını körükleyen bir kaynak. Tersinin de geçerli olduğunu, pek çok romancının sinemadan beslendiğini söyleyebiliriz.
(Taraf gazetesinde 18.06.2009'da yayınlanmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder