Sizlere daha keyifli festival notları hazırlıyordum. Ancak, yoğun gündem ve sinema sevgisi ağır basınca, geçen hafta köşeyi pas geçtim ve fiyakalı köşeyazarı deyimiyle yıllık iznimin bir bölümünü kullandım. Üstelik bu kadar yol katetmişken, şehri görmeden ve gençliğimizin kahramanı Galatasaraylı Hotiç’in yerinde köfte yemeden dönülmezdi.
Yiyip içtiklerim benim olsun, gördüklerimi anlatayım diyeceğim... Ama bu kez de önünüze bayat festival haberleri sunmak istemem. Dilerseniz bunun yerine film festivallerinin kendisini masaya yatıralım. Hem önümüz Venedik, hemen ardından festivallerin parlayan yıldızı Toronto geliyor. Daha Ekim ayını bulmadan Antalya Film Festivali ile ilgili tartışmalara da değiniriz.
Film festivalleri üzerine bugüne dek yapılmış en kapsamlı akademik çalışma Marijke de Valck’ın Film Festivalleri: Avrupa Jeopolitiğinden Küresel Sinemaseverliğe (Amsterdam Üniversitesi Yayınları, 2007) adlı kitabı. Valck’in rehberliğinde önce festivallerin tarihçesine bir göz atalım.
Aslında, festivaller neredeyse film gösterimlerinin başlangıcıyla yaşıt. İlk film festivali 1898’in yılbaşında Monaco’da düzenlenmiş. Bunu Torino, Milan, Palermo (İtalya), Hamburg (Almanya) ve Prague’daki (Çekoslovakya) festivaller izlemiş. İlk yarışmalı festivali ise, sinemanın öncüsü Lumière kardeşler 1907’de yine İtalya’da düzenlemiş.
Ancak, bugünkü anlamda festivallerin atası Venedik... İlk festival, sanat bianelinin bir parçası olarak 1932’de düzenlenmiş. Faşist Mussolini hükümetinin desteğini alan festival 1934’ten itibaren yıllık olarak düzenlenmeye başladı. Uluslarası film festivalleri ağının başlangıcını oluşturan bu tarih, aynı zamanda sessiz filmden sesli filme geçildiği yıllara denk düşüyor.
Bilindiği gibi, sesli filme geçiş, kısa bir bocalama döneminin ardından (1927-1932), Amerikan sinemasının dünya çapında egemenliğini pekiştirmesine yol açan en önemli gelişmelerden biri. Fransa ile kıyasıya bir rekabet halinde olan Hollywood, senkronize dublajın gelişmesiyle dil sorununu aşacak, film sanayiinin ölçek avantajı ve ABD hükümetinin uluslaları politikalarının desteğiyle Avrupa’da ve pek çok yerde pazar payının çoğunu ele geçirecekti.
Demek ki, festivallerin gelişiminde Avrupa sinemasının ilk ciddi krizinin belirgin bir rolü var. Avrupa’dan doğup gelişen bu olgunun merkezinde, ülkeyi ve sanatını önplana çıkarmaya çalışan bir jeopolitik gündem yatıyor.
Venedik, bu çerçeveye uygun olarak, çeşitli ‘ulus-devletleri’ festivale davet ederek, en iyi filmleri sunacakları bir platform sağlıyordu. Katılım, bugünkünden farklı olarak, spor karşılaşmalarında olduğu gibi ülke temeline dayanıyordu. Öte yandan, Hollywood’un ticari örgütü Amerikan Sinema Yapımcıları ve Dağıtımcıları Birliği (MPPDA) de ABD’nin ulusal temsilcisi olarak festivalde yer alıyordu.
Festivaller, bir yandan Hollywood egemenliğine karşı direnmeye çalışan Avrupa sinemasına hayat öpücüğü kondurmaya çalışırken, daha başlangıçta, ticari sistemin dışında kalamıyor ve ABD ile flört ediyordu. Festivallerin iki cami arasındaki binamaz konumları bugün de sürdürüyor.
Ancak, o tarihlerde filmler kitlesel ticari ürünler değil, kültürel kimliğin önemli bir göstergesi olan ulusal sanat ürünleri olarak değerlendiriliyordu. Tabi bütün bunlar iktidar ve ideoloji mücadelesini de beraberinde getiriyordu.
Faşist partinin ideolojik ve kültürel yörüngesine giren Venedik Film Festivali, 1936’da onur konuğu olarak Goebbels’i ağırlıyordu. 1938’de büyük ödül olan Mussolini heykelciğini, Almanya’dan Olympia (Leni Riefenstahl) ve İtalya’dan Pilot Luciano Serra (Goffredo Allessandrini) paylaşıyordu. Goebbels’in, kitleleri harakete geçirmek için, Potemkin Zırhlısı gibi bir film gerçekleştirme düşüncesine sinemacılar sahip çıkıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder