Modern sanatın kökeni
Batı Afrikalı heykeltraşlar çalışırken hep şarkı söylerler. Ve heykellerini bitirene değin de susmazlar. Bu sayede, müzik yontuya karışır ve şarkı söylemeye devam eder. Leo Frobenius, 1910’da Köle Sahili’nde, gözlerini yuvalarından oynatan antik heykeller buldu. O kadar güzelerdi ki, Alman kaşif bunların Atina’dan getirilmiş Yunan heykelleri ya da kayıp kıta Atlantis’e ait olduğunu sandı. Meslektaşları bu görüşe katıldılar: Horgörünün kızı, kölelerin annesi Afrika, böyle harikalar yaratmış olamazdı. Ancak, bu doğru değildi. Bu müzik dolu heykeller, bir kaç yüzyıl önce, Yoruba tanrılarının kadın ve erkeklere can verdiği kutsal mekân Ife’de, dünyanın göbeğinde yontulmuşlardı. Afrika, takdire şayan sanat yapıtları açısından bitmez tükenmez bir kaynaktı. Aynı zamanda da, yağmaya açıktı. Anlaşılan, oldukça unutkan olan Paul Gaugin, Kongo’da yapılmış bir kaç heykelin üstüne kendi imzasını atmıştı. Hata bulaşıcıydı. Ondan sonra, Picasso, Modigliani, Klee, Giacometti, Ernst, Moore ve daha bir çok Avrupalı sanatçı aynı hatayı yaptılar, üstelik de ürkütücü bir sıklıkta. Sömürge efendileri tarafından talan edilen Afrika, yirminci yüzyıl Avrupa resim ve heykel sanatının en etkileyici başarılarından ne derece sorumlu olduğunu hiçbir zaman bilemedi.
Kaybodu ve bulundu
Barış ve adalet vaadiyle doğan yirminci yüzyıl, kana boyanmış bir şekilde öldü. Ömrü, devraldığından çok daha adaletsiz bir dünyada geçti. Yine aynı şekilde, barış ve adalet müjdesiyle gelen yirmibirinci yüzyıl ise, selefinin izinden gidiyor. Çocukluğumda, dünyada yitirilen her şeyin er ya da geç aya gideceğine inanıyordum. Ancak, astranotlar orada tehlikeli rüyaların, yerine getirilmemiş sözlerin ya da kırılmış ümitlerin izine rastlamadı. Eğer ayda değilseler, nerede olabilirler? Belki de onlar hiçbir zaman kaybolmamışlardı. Belki de burada dünyada saklanıyorlar. Bekliyorlar.
Nasıl oldu da?
Ağız olmak ya da lokma olmak, avcı olmak ya da avlanan olmak. İşte bütün mesele buydu. Aşağılanmayı ya da en fazla değersiz görülmeyi hak ediyorduk. Saldırgan vahşet ortamında, bize kimse saygı duymadı, kimse bizden korkmadı. Bizler hayvanlar âlemindeki en zayıf yaratıklardık. Geceden ve ormandan korkardık. Gençken yararsızdık, yetişkin olarak da farklı sayılmazdık. Ne pençemiz, ne keskin dişimiz, ne çevik ayaklarımız, ne de keskin bir burnumuz vardı. Tarihin tozlu sayfalarında kaldık. Öyle görünüyor ki, bütün yapabildiğimiz kayaları parçalamak ve birbirimizi sopalarla dövmekti. Yine de insan sorabilir: Neslimizin devamını sürdürmek tamamen imkânsız hale gelmişken, hayatta kalamaz mıydık? Zira, yiyeceğimizi paylaşmayı ve savunma amacıyla toplanmayı öğrenmiştik. Günümüzün önce-ben, başının-çaresine-bak uygarlığı, bir lahzadan daha uzun süre varlığını sürdüremez miydi?
Guernica
Paris, 1937 baharı: Pablo Picasso uyanır ve okumaya başlar. Stüdyosunda kahvaltı ederken gazete okur. Kahvesi fincanında soğur. Alman uçakları Guernica’yı yerle bir etmişlerdir. Nazi hava kuvvetleri, üç saat boyunca, yanan şehirden kaçmaya çalışan insanları takip etmiş ve makinalı tüfeklerle taramıştı. General Franco, Guernica’nın Komünistlerin safındaki Avusturyalı bombacılar ve Bask kundakçılar tarafından yakılıp yıkıldığını öne sürüyordu. İki yıl sonra Madrid’deki zafer töreninde, İspanya’daki Alman kuvvetlerinin komutanı Wolfram von Richthofen, Franco’nun yanında yerini almıştı: İspanyolların öldürülmesi, Hitler tarafından düzenlenen bir dünya savaşı provasıydı. Yıllar sonra New York’ta, Colin Power Irak’ı imha kararını açıklamak üzere Birleşmiş Milletler’de konuşuyor. Onun konuşması sırasında, odanın arka tarafında duran Guernica gözlerden saklanıyor. Arka duvarda asılı olan Picasso’nun resminin röprodüksiyonun üstü kocaman bir mavi örtüyle örtülmüş. Birleşmiş Milletler yetkilileri, yeni bir kıyım dalgasının ilanı sırasında tablonun pek de uygun bir fon oluşturmayacağına karar vermişler.
Aynalar: Hemen hemen herkesin hikâyesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder