Konuya daha önce kriz ve sinema konusunu ele alırken değinmiştim (6.3.2009): Amerikan bağımsız sinemasının son dönem örneklerinden Wendy ve Lucy, Donmuş Nehir ve Şampiyon gibi filmler, Amerikan Rüyası’nın ardındaki gerçeği izleyiciye göstermeye çalışıyordu. Bu anlamda, söz konusu filmleri Amerikan sinemasında yeni bir gerçekçi damarın öncüsü olarak değerlendirmek mümkün görünüyordu.
Benzer bir noktadan hareket eden A.O. Scott New York Times’da yayınlanan yazısında (17.3.2009), bir dizi genç yönetmenin mütevazi ancak ciddi bir çabayla yeni bir akımın doğumunu müjdelediğini öne sürdü. Scott, “Neo-Neo Realizm” (ya da Yeni-Yeni Gerçekçilik) adını verdiği bu yönelimin örnekleri arasında henüz Türkiye’de izleme fırsatı bulamadığımız Ballast, Hoşçakal Solo gibi filmleri de sıralıyor. Yazara göre, popüler sinemanın sunduğu yaşamın gerçeklerinden kaçış fırsatına karşılık bu filmler, bir tür “kaçışçılıktan kaçış” işlevi yerine getiriyor.
Diğer ülkelerin aksine İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin ABD sineması üzerinde bir etki yaratmadığını belirten Scott, ekonomik krizin bu kez gerçekçi bir eğilimin önünü açtığını ifade ediyor. İnsanların yaşadıkları hayal kırıklıklarını gösteren bu filmlerin izleyiciyi bir rüyadan uyandırdığı yazarın ana savı.
A.O. Scott’ın bu yazısı ilginç bir tartışmaya da kaynaklık etti. The New Yorker’ın blog sayfasında bir yazı kaleme alan Richard Brody, Scott’ın temel görüşlerini eleştirdi. Brody’ye göre, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’n ABD’de farklı yansımaları olmuştu. Bunun için Kara Film türünün örneklerine ve metod oyunculuğuna bakmak gerekmekteydi. Ayrıca, yukarıda anılan filmlere benzer örneklere yalnızca yakın dönemde değil, geçmişte de sıkça rastlanıyordu. Brody, Yeni-Yeni Gerçekçilik başlığı altında ele alınan örneklerin genellikle minimalist bir üsluba sahip ve alt sınıfların yaşamına odaklanan filmler olduğunu belirtip, farklı bir anlatım diline sahip ve farklı kesimleri anlatan filmlerin de gerçekçi olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini sorguluyordu.
Yazar, bu çerçevede, “Clint Eastwood’un en korkunç önyargılarına ve ateşli duygularına karşın (onlardan arınarak değil), bir nevi liberale dönüşen bir yaşlı mendeburu canlandırdığı Gran Torino’nun Scott’un saydığı filmlerden çok daha politik ve cüretkâr olduğunu” savlıyor.
Bu eleştirilere yanıt veren A.O. Scott ise, Yeni Gerçekçiliği bir üslup ya da akım olarak değil, farklı ülkelerde farklı noktalarda günyüzüne çıkan bir sinemasal etik olarak değerlendirdiğini belirtti. Brody’nin yeni-gerçekçiliğe olumsuz anlamlar (‘yüzeysel materyalizm’) yüklediğini kaydeden Scott, özünde farklı beğenilere sahip olduklarını vurguladı.
Tartışmaya son katkı ise, geçtiğimiz hafta akademisyen David Bordwell’den geldi. Bordwell, ilk olarak Yeni Gerçekçiliğin ülkeden ülkeye gezen ve koşullara göre boy gösteren bir akım olmadığını dile getiriyor. Kavramın belirli koşulların ürünü olduğunu ve bu yakıştırmanın her duruma uygulanamayacağını ekliyor. Bordwell, bunun yerine ‘gerçekçilik’ ya da ‘natüralizm’ kavramlarını kullanmanın daha uygun olacağını, yeni gerçekçiliğin de bu akımların bir türevi olduğunu kaydediyor.
Bordwell’in üzerinde durduğu ikinci önemli nokta ise, gerçekçiliğin bir çeşit formül olmadığı, bu çereçevede farklı gerçekçi yaklaşımlardan ve geleneklerden söz edilebileceği. Bordwell’e göre, gerçekçilik kameranın gerçek yaşamı olabildiğince dolaysız yakalamaya çalışmasından ibaret değil. Hatta tam tersine, özel bir çaba ve hesaplılık (kurmaca) gerektiriyor. Bu son duruma örnek olarak, yönetmen De Sica’nın Bisiklet Hırsızları’ndaki çocuk oyuncuya uzun süre çalıştırmasını veriyor.
Buraya kadar, tartışmanın ana hatlarını özetlemiş olduk. Dilerseniz esas değerlendirmeye önümüzdeki hafta başlayalım.
(Taraf gazetesinde 14.5.09'da yayınlanmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder