21 Aralık 2009 Pazartesi

yedinci mühür, remake



Umut Sarıkaya, Uykusuz, 17.12.09, No. 120.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Anlambilim, vicdan ve iktidar

Corneliu Porumboiu’nun (12:08 Bükreş’in Doğusu), Cannes’da Altın Kamera’dan sonra, 15. Gezici Festival’de En İyi Film ve SİYAD Ödülü’nü kazanan filmi Polis, (s.) (2009), durağanlığı ve tekrarları nedeniyle izlenmesi zor bir film. Ancak, izleyicinin sabrını sonuna kadar sınayan film, özellikle de sondaki yaklaşık 17 dakikalık sekans çekimle, dikkatinizin ve emeğinizin karşılığını fazlasıyla ödüyor. Ama yine de bu zulme gerek var mıydı, diye sorabilirsiniz.

Polis, (s.), dil ve sözcüklerin anlamı üzerine bir film. Filmin adı (sıfat olarak polis) da buna göndermede bulunuyor. Filmin dille ilgili meselesini açtığı sahnelerden biri, genç polis memuru Cristi’nin (Dragos Bucur), YouTube’da klip izleyen karısıyla yaptığı ilginç sohbet. Kapı aralığından çekilen bu çekim sekansta aralarında şu diyalog geçiyor:

Cristi: Anca, bu şarkı çok anlamsız.

Anca: Neden?

C: “Çiçeksiz bir bahçe nasıl olurdu?” “Güneşsiz bir deniz nasıl olurdu?” Ne olacak? Yine bahçe ve deniz olurdu.

A: Sözlere dikkat etmedim.

C: Neden hoşuna gidiyor öyleyse?

A: Bunlar bir tür imaj. Başka türlü olsaydı, aşk aynı derecede güzel olmazdı.

C: Nasıl yani? Güneşsiz deniz gibi mi?

A: Evet

C: “Hayat devam ediyor”. Duracak değil ya!

A: Parça bitince konuşalım mı lütfen?

C: Gözünün önüne bir imaj geliyor mu?

A: Hayır... “Senden vazgeçmeyeceğim aşk”. Aşkta tanımlık yok.

C: Ne?

A: “Senden vazgeçmeyeceğim aşk” diyor, ama belirli bir aşk değil. Mutlak aşktan söz ediyor.

C: Eee?

A: Eeesi, bu bir yinelem?

C: Yenilem ne ki?

A: Yİ-NE-LEM, YE-Nİ-LEM değil. Bir tür retorik. Dinlemedin mi “... nasıl olurdu?” “Güneşsiz bir deniz nasıl olurdu? Çiçeksiz bir bahçe nasıl olurdu? Yarınsız bugün? Sensiz hayat?” Simgelerle ideal aşkı tanımlamaya çalışıyor. Örneğin, deniz sonsuzluğu, güneş ışığı, bahçe doğumu, yaratılışı, çiçeklerse güzelliği simgeliyor.

C: Bir dakika... Bunlar imaj mı simge mi şimdi?

A: İmaj değil, simge.

C: Haaa...

A: Hayır... Aslında ikisi birbirine bağlı. Simge olan imajlar. Örneğin “deniz”. İmaj olarak sonsuz, aynı zamanda da sonsuzluğu simgeliyor. “Çiçek” güzel bir şey ve güzelliği simgeliyor.

C: Anlamıyorum. Sonsuzluğu kastediyorlarsa, neden kafadan sonsuzluk demiyorlar? Neden güneşli ya da güneşsiz deniz diyorlar?

A: İçki mi içtin sen?

(Not: Anca’nın YouTube’dan dinlediği parça Mirabela Dauer’in “Nu te parasesc iubire”sidir)

***

Bir başka sahnede, Cristi yazdığı rapordaki yanlışları düzelten karısına sorar: “Buna kim karar veriyor?” Tabi ki, Romen Dil Kurumu’dur karar merci...

Filmin sonlarında, Cristi ile savcı Anghelache (4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’de kürtajcı doktor rolünde izlediğimiz Vlad Ivanov) arasında geçen diyalog, dil ve söylemin iktidarla olan ilişkisini vurgulamak açısından çarpıcı.

Cristi, 8 gündür takip ettiği esrar içen gencin tutuklanmasının gerekli olmadığı görüşündedir. Zira sıradan bir içicidir. Üstelik yakında AB ile uyum çerçevesinde bu konuda yeni yasal düzenlemelere gidilecektir. Savcı ise ısrarcıdır. “Vicdanım el vermiyor” diyen Cristi’den, vicdanı tanımlamasını ister. Onun cevabını odadaki tahtaya yazdırır: “Beni, sonradan pişman olacağım kötü bir şey yapmaktan alıkoyan bir şey”. Savcıya göre, bu yanlış bir tanımdır. Sekreterinden acilen bir sözlük bulmasını ister. Sözlükteki vicdan tanımını Cristi’ye okutur.

Savcı: Vicdan azabı diye başlayan bölümü tekrar oku.

Cristi: Vicdan azabı: pişmanlık, nedamet. Vicdanen rahat olmak: Ahlak kurallarını ya da devletin yasalarını çiğnemediğinden emin olmak.

Foucault’nun da gösterdiği gibi, ‘bilgi’ ve ‘kurumlar’ tarafından kurulan dil, tarafsız değildir, iktidarın önemli bir aracıdır. Savcı daha sonra Cristi’de ‘ahlak’ ve ‘polis’ tanımlarını okumasını ister. Polisin tanımı okunurken, şu diyaloğa tanık oluruz:

Cristi: 1. Polis, polis teşkilatına bağlı olarak çalışan kişi. 2. sıfat, polisiye (dedektif). Bir polis memuru ya da dedektifin çabalarıyla çözülen, bir ölçüde gizemli suç olaylarını konu olan roman ya da film. 3. Polis ya da jandarma tarafından desteklenen ve baskıcı yöntemlerle denetim uygulayan polis devletleri ya da rejimleriyle ilgili olan.

Savcı: Saçma! Bütün devletler polise bağımlıdır...

İnsanın aklına sözlük tanımında vicdanın neden “etik”le değil, “ahlak”la ilişkilendirildiği sorusu geliyor. Ama, yaşadığımız şu (Ranciere’in ifadesiyle) “etik dönemeç”te sonuç pek farklı olmazdı herhalde. Öyleyse, işe yeni bir dil kurmaktan başlamak gerekiyor. Öncelikle de, vicdan maddesini yeniden yazmalıyız.

Not (23.12.09): Corneliu Porumboiu, yukarıdaki YouTube sahnesini anlatıyor. Filmle ilgili eleştiri ve söyleşilere The Atuteurs üzerinden ulaşabilirsiniz.

17 Aralık 2009 Perşembe

günün sözü

Crisis is an irrational rationalizer of an irrational system.
(Ekonomik kriz, akıldışı bir sistemin akıldışı biçimde rasyonel kılınma çabasıdır)

David Harvey, 'The Crisis Now', 5 Temmuz 2009.
(konuşmanın tamamını izlemek için linkin üzerine tıklayınız).

4 Aralık 2009 Cuma

fragmanlar-2

“Agamben’in kişiliğinde felsefe bir yaratıcılık, bir yapıp etme sanatı, kelimenin esas anlamıyla bir poetika haline geliyor…” (Deleuze) –ve Agamben’in Pier Paolo Pasolini’nin “Matta’ya Göre İncil” filminde Filip rolünü oynamış olduğunu hatırlayalım…
(...)
"Robert Antelme’in 'tanıklığı' İnsan Türü konusunda Blanchot bir defasında şöyle yazmıştı: ‘insan sonsuzca mahvedilebilen bir mahvolmazlıktır’. Bana öyle geliyor ki bu iki anlama geliyor: insan özü diye bir şeyin olmadığı, insanı insan-olmayandan ayırdedebilmenin imkansızlığı ve, ikinci olarak, insan mahvedildikten sonra yine de geriye bir şeylerin mutlaka kaldığı, yani insanın sonsuz mahvedilişinden geriye artan ve direnmeye devam eden bir şey olduğu. Tanık işte bu kalıntıdır.” (Agamben)
Ulus Baker, "Agamben: Tanık", Yüzeybilim Fragmanlar, İletişim Yayınları, s. 169-70.

fragmanlar-1

Eduardo Galeano'nun Aynalar'ı nihayet Türkçede. Bir kaç ay önce elime kitaptan İngilizce parçalar geçtiğinde, dayanamış çevirmiştim. Başka bir mecrada tadımlık olarak değerlendirmeyi planlarken, kitabın Türkçe yayınlandığı müjdesi geldi. Bari hatırları kalmasın... Sel Yayınları ve çevirmen Süleyman Doğru'nun affına sığınarak:

Modern sanatın kökeni

Batı Afrikalı heykeltraşlar çalışırken hep şarkı söylerler. Ve heykellerini bitirene değin de susmazlar. Bu sayede, müzik yontuya karışır ve şarkı söylemeye devam eder. Leo Frobenius, 1910’da Köle Sahili’nde, gözlerini yuvalarından oynatan antik heykeller buldu. O kadar güzelerdi ki, Alman kaşif bunların Atina’dan getirilmiş Yunan heykelleri ya da kayıp kıta Atlantis’e ait olduğunu sandı. Meslektaşları bu görüşe katıldılar: Horgörünün kızı, kölelerin annesi Afrika, böyle harikalar yaratmış olamazdı. Ancak, bu doğru değildi. Bu müzik dolu heykeller, bir kaç yüzyıl önce, Yoruba tanrılarının kadın ve erkeklere can verdiği kutsal mekân Ife’de, dünyanın göbeğinde yontulmuşlardı. Afrika, takdire şayan sanat yapıtları açısından bitmez tükenmez bir kaynaktı. Aynı zamanda da, yağmaya açıktı. Anlaşılan, oldukça unutkan olan Paul Gaugin, Kongo’da yapılmış bir kaç heykelin üstüne kendi imzasını atmıştı. Hata bulaşıcıydı. Ondan sonra, Picasso, Modigliani, Klee, Giacometti, Ernst, Moore ve daha bir çok Avrupalı sanatçı aynı hatayı yaptılar, üstelik de ürkütücü bir sıklıkta. Sömürge efendileri tarafından talan edilen Afrika, yirminci yüzyıl Avrupa resim ve heykel sanatının en etkileyici başarılarından ne derece sorumlu olduğunu hiçbir zaman bilemedi.

Kaybodu ve bulundu

Barış ve adalet vaadiyle doğan yirminci yüzyıl, kana boyanmış bir şekilde öldü. Ömrü, devraldığından çok daha adaletsiz bir dünyada geçti. Yine aynı şekilde, barış ve adalet müjdesiyle gelen yirmibirinci yüzyıl ise, selefinin izinden gidiyor. Çocukluğumda, dünyada yitirilen her şeyin er ya da geç aya gideceğine inanıyordum. Ancak, astranotlar orada tehlikeli rüyaların, yerine getirilmemiş sözlerin ya da kırılmış ümitlerin izine rastlamadı. Eğer ayda değilseler, nerede olabilirler? Belki de onlar hiçbir zaman kaybolmamışlardı. Belki de burada dünyada saklanıyorlar. Bekliyorlar.

Nasıl oldu da?

Ağız olmak ya da lokma olmak, avcı olmak ya da avlanan olmak. İşte bütün mesele buydu. Aşağılanmayı ya da en fazla değersiz görülmeyi hak ediyorduk. Saldırgan vahşet ortamında, bize kimse saygı duymadı, kimse bizden korkmadı. Bizler hayvanlar âlemindeki en zayıf yaratıklardık. Geceden ve ormandan korkardık. Gençken yararsızdık, yetişkin olarak da farklı sayılmazdık. Ne pençemiz, ne keskin dişimiz, ne çevik ayaklarımız, ne de keskin bir burnumuz vardı. Tarihin tozlu sayfalarında kaldık. Öyle görünüyor ki, bütün yapabildiğimiz kayaları parçalamak ve birbirimizi sopalarla dövmekti. Yine de insan sorabilir: Neslimizin devamını sürdürmek tamamen imkânsız hale gelmişken, hayatta kalamaz mıydık? Zira, yiyeceğimizi paylaşmayı ve savunma amacıyla toplanmayı öğrenmiştik. Günümüzün önce-ben, başının-çaresine-bak uygarlığı, bir lahzadan daha uzun süre varlığını sürdüremez miydi?

Guernica

Paris, 1937 baharı: Pablo Picasso uyanır ve okumaya başlar. Stüdyosunda kahvaltı ederken gazete okur. Kahvesi fincanında soğur. Alman uçakları Guernica’yı yerle bir etmişlerdir. Nazi hava kuvvetleri, üç saat boyunca, yanan şehirden kaçmaya çalışan insanları takip etmiş ve makinalı tüfeklerle taramıştı. General Franco, Guernica’nın Komünistlerin safındaki Avusturyalı bombacılar ve Bask kundakçılar tarafından yakılıp yıkıldığını öne sürüyordu. İki yıl sonra Madrid’deki zafer töreninde, İspanya’daki Alman kuvvetlerinin komutanı Wolfram von Richthofen, Franco’nun yanında yerini almıştı: İspanyolların öldürülmesi, Hitler tarafından düzenlenen bir dünya savaşı provasıydı. Yıllar sonra New York’ta, Colin Power Irak’ı imha kararını açıklamak üzere Birleşmiş Milletler’de konuşuyor. Onun konuşması sırasında, odanın arka tarafında duran Guernica gözlerden saklanıyor. Arka duvarda asılı olan Picasso’nun resminin röprodüksiyonun üstü kocaman bir mavi örtüyle örtülmüş. Birleşmiş Milletler yetkilileri, yeni bir kıyım dalgasının ilanı sırasında tablonun pek de uygun bir fon oluşturmayacağına karar vermişler.

Aynalar: Hemen hemen herkesin hikâyesi

28 Kasım 2009 Cumartesi

haritalar, şemalar...

İstanbul Bienali vesilesiyle yolu Türkiye'den geçen bureau d'etudes, çokuluslu şirketler, hükümetler, bankalar ve kültür-sanat kurumları arasındaki karmaşık mali ilişkileri ortaya koyan grafik şemalar hazırlıyor. Yaptıkları bu bilişsel haritalara 'organigram' adını veriyorlar.
Büro, küresel medya dünyasının karmaşık ağını anlamamız için mükemmel bir anahtar sunuyor.
Ekip, son çalışmalarından birinde bu kez Türkiye'de iktidarın şemasını çıkarmış. Ağırlığın hangi kurum(lar)da olduğu net görülüyor.
Son olarak, Brian Holmes'ün ekiple ilgili yazısına gözatmakta yarar var.

25 Kasım 2009 Çarşamba

25 kasım...


Kapital Manga, cilt 1, özgün eser: Karl Marx, Mangalaştıran: East Press, Yordam Kitap, 2009.

21 Kasım 2009 Cumartesi

en ilginç plak

Koleksiyonunuzdaki en ilginç plak ne?

1970’lerde, Los Angeles’taki bir plak şirketinin çıkardığı ‘The Best of Marcel Marceau’. Kırk dakikalık sessizlik ve ardından alkış. Eve gelen eşe dosta dinletiyorum, plak çalarken aralarında konuşmaya başlamaları fena halde canımı sıkıyor.

"Tom Waits Tom Waits ile söyleşiyor", Roll, özel sayı 6 (edebiyat ve müzik), Ekim 2009.

Edindiğimiz malumata göre, müzik aleminde özel şahıslara dağıtılmak üzere hazırlanan bu 'esprili' plağın her iki yüzünde de 19 dakika sessizlik ve birer dakikalık yüksek alkış sesleri var. Kapakta Marceau'nun soyadının kasıtlı olarak 'Marceao' olarak yazılması da plağın bir oyun olduğunun kanıtı.

Marcel Marceau (1923-2007) sahne karakterinin dışında fotoğraflandığı ender anlardan birinde.

Marcel Marceau ve Michael Jackson: Jakson üstada ‘çocukluğunun yitik koreografisini’ yaratması önerisinde bulunmuş.

20 Kasım 2009 Cuma

ya ben ne yapıyorum?

Brian Eno: Geriye bakınca bazı şeyler göze her zaman hesaplı ve planlı işlermiş gibi görünür. Geçmişte yaptığım işleri tek bir çizgi halinde birleştirmek mümkün tabii, ama benim için o zamanlar her şey bir karmaşa halindeydi. O sıralarda sürekli, 'aslında ne yapmak istediğime ne zaman karar vereceğim acaba?' diye sorar dururdum kendime. Aynı soru kafamda hâlâ dönüp dolaşıyor.
Peter Halley: Bu sana modası geçmiş sorulardan biri gibi gelmiyor mu?
Eno: Evet, biliyorum. Ama yine de, insanın içinde, çocuksu bir hayranlıkla her şeyi yapma arzusunun yanısıra, 'ortalığı hâlâ toparlamadın mı?' diyen bir yetişkini aynı anda barındırması tuhaf bir şey doğrusu.
Brian Eno, Roll 144, Kasım 2009, s. 30.

'Roll is over' diyen Roll'u çok özleyeceğiz....

6 Kasım 2009 Cuma

alternatif temsil


Umut Sarıkaya, 'İşimdeyim Gücümdeyim', Uykusuz, 24 Eylül 2009.

Bir başka açıdan Mısır: El Mumya (The Night of Counting the Years, Şadi Abdülsalem, 1969)
İzlemek için Internet Archieve'ı ziyaret etmeniz yeterli...
Ayrıca bir de okuma önerisi: Hilal Erkan, Hollywood Sinemasında Oryentalizm. Kırmızı Kedi Yayınevi, 2009.

29 Ekim 2009 Perşembe

Thompson (ve Bordwell'den) Sonbahar üzerine

Kristin Thompson ve David Bordwell, pek çok kitabın yanısıra artık bir klasik haline gelen ders kitabı Film Art'ın yazarları. Bu yapıt, geçtiğimiz aylarda, Film Sanatı adıyla Türkçe sinema literatürüne de değerli bir katkı olarak girdi.
Bordwell ve Thompson, aynı zamanda 'biçimci eleştiri' ve 'bilişselci yaklaşımın' da en önemli temsilcileri. Yaklaşımlarını zaman zaman eleştirsek, eksik bulsak da, ufuk açıcı ve esinleyici olduklarına hiç kuşku yok. Birlikte kaleme aldıkları blog Observations on Film Art, bizim ummanda küçük bir vaha.
Kristin Thompson, geçtiğimiz günlerde, Vancouver Uluslararası Film Festivali'nde izlediği Sonbahar'la (Özcan Alper, 2007) ilgili düşüncelerini kaleme aldı. Filmi 'klasik sanat filmi' olarak niteleyen Thompson şu yorumda bulunuyor:
Hiç kuşkusuz, kahramanın hedefleri 'de-dramatize' edilmiş. Özellikle de, annesinin evinde ders çalıştırdığı öğrenciye bisiklet sözü verdiği ya da filmin sonlarına doğru fahişeye yardım etmeye karar verdiği anlarda... Sıklıkla vurgulanan bir temel motif var: Yusuf'la ilk karşılaştıkları sahnede, fahişe bir Rus romanı satın alıyor; aynı anda yalnız başlarına televizyondan Vanya Dayı'yı izliyorlar; ve en sonunda, Eka, Yusuf'a Rus romanlarından çıkmış bir karakter olduğunu söylüyor. Film bu karşılaştırmayı gözümüze sokmadan başarıyla verir.
Thompson, eşi David Bordwell'in filmde dramatik aksiyon bulunmayışını ve sahnelerin ağır ritmini, sanat sinemasının bilindik uylaşımları olarak nitelendirdiğini belirtiyor (anlaşılan klasik Hollywoodsever Bordwell filmden biraz sıkılmış). Thompson, şöyle devam ediyor:
Bence filmin başarısı, yönetmenin manzarayı hikâyeye dahil etmesinden kaynaklanıyor. Sarp arazinin önplanda oluşu ve hikâyenin düşen yapraklarla ve dağların eteklerine yağan karla ilişkilendirilmesi, filmi standart sanat filmlerinden daha değerli kılıyor. Bu bağlamda, sinematografi aracılığıyla başrole oturtulan mevsimlerin soluşu, kahramanın içinde bulunduğu durumla çok ince bir biçimde örtüşüyor.

Not: Blog'a girmişken, David Bordwell'in, yatak başları üzerinden, sinemada fallik simgelerle ilgili son derece keyifli yorumuna göz atmayı da unutmayın.

22 Ekim 2009 Perşembe

son dönem sinemadan dersler-2: uylaşımlarla uzlaşmamak

Bir rahibe adayına aşık olan müezzin... Filmin ortalarına doğru öğrendiğimiz şaşırtıcı bir ‘aile sırrı’... Egemen söylemde medeniyetler çatışmasının yerini dinler buluşmasının almaya çalıştığı, melodram gibi popüler türlerin etkisini yitirdiği günümüzde, bütün bunlar kulağa alışıldık ya da ‘klişe’ gibi geliyor değil mi? Ancak, Uzak İhtimal (Mustafa Fazıl Coşkun, 2008) alışılmışın, sıradan olanın çok ötesinde özgün ve samimi bir film. Peki, ele aldığı konu ve temalar açısında sömürülmeye ya da harcıâlem olmaya bu kadar açık bir film, nasıl oluyor da söz konusu tuzaklara düşmeden, izleyiciye sağlam bir anlatım sunuyor? Tefrikanın bu bölümünde bu sorunun yanıtını arayalım.

Önce biraz terminoloji:

Genelde sosyal bilimler, özelde sinema araştırmalarında, yerleşmiş ve herkes tarafından anlaşılır bir terminoloji oluşturamadığımız için, işe bazı kavramları tanımlayarak başlamamız gerekiyor.

Önceliği yukarıda kullandığımız ‘klişe’ye (cliché) verelim. Fransızca kökenli sözcük, İngilizceyede de aynı yazımla girmiş. Bir matbaacılık terimi olan klişe, baskıda kullanılan (genellikle metal levha şeklindeki) kalıplara verilen ad. Baskı teknolojisindeki gelişmelerle günümüzde bu anlamını yitirmekte olan sözcük, basmakalıp görüş ve yaygın ifadeleri tanımlamak için kullanılıyor. Oxford İngilizce Sözlüğü’ne göre, klişe, bu ikinci anlamını İngilizcede ondokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başında kazanmış.

Klişe ile eşanlamlı olarak kullanılan ve yine matbaacılık kökenli bir diğer sözcük ise, steorotip (stereotype). Türk Dil Kurumu ‘basmakalıp’ karşılığını öneriyor ve şöyle tanımlıyor:

Özgünlüğü olmayan, değişiklik göstermeyen, bilineni yineleyen, harcıâlem, klişe: Basmakalıp sözler. “Yalnızken de kendilerini anlatmaktan çok, gene o basmakalıp konuları açarlardı.” –O. Akbal.

Oxford İngilizce Sözlüğü ise, steorotip için (baskı teknolojisine ilişkin olanlar dışında) şu karşılıkları veriyor:

1. genel anlamda.

2. a. Değişmeden süregiden ya da tekrarlanan; basmakalıp söz, görüş vb.; basmakalıp ifade ya da kullanım.

b. Bir kişiyi, durumu vb. tanımlayan özelliklere ilişkin önyargı ve indirgemeci görüş; söz konusu önyargılara dayalı davranış. Ayrıca, belirli bir tip fikrine denk düştüğü sanılan kişi.

Sözcük, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren iletişim araştırmalarının da temel kavramlarından biri haline geldi. Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü’nde steorotipe karşılık ‘basmakalıp yargı’ karşılığını öneriyor. Ancak, biz biraz daha tasarrufa giderek ‘kalıpyargı’ ifadesini yeğleyeceğiz.

Susan Hayward’ın sinema araştırmaları sözlüğünde ise şu karşılığı buluyoruz:

En basit haliyle, sabit ve tekrarlanan karekterizasyonu ifade eder (kovboy filmlerindeki sarhoş doktor, gangster filmlerindeki altın kalpli metres). Kalıpyargılar izleyicinin anlatıyı anlamasına yardımcı olur (...) Ayrıca anlatıda tutumluluk sağlarlar. Kalıpyargıların neye karşılık geldiğini ‘bildiğimiz’ için, daha ayrıntılı karekterizasyona gerek duyulmaz. Öyleyse kalıpyargılar, hemen hemen hiç ince ayrıntı içermez.

Buradan hareketle, kalıpyargının belirli bir gruba ilişkin genelleyici bir temsile karşılık düştüğünü, sinema ve televizyonda karakter bağlamında değerlendirelebileceğini söyleyebiliriz.

Ele alacağımız son sözcük ise, ‘uylaşım’ ya da konvansiyon (convention). Dil Kurumu, “saymaca bir şey benimsemek için yapılan anlaşma” diye sınırlı bir tanım getiriyor. Sözcük, iki taraf arasında imzalanan anlaşma ya da sözleşme anlamını içermekle birlikte, başka anlamlar da taşıyor. Örneğin, ‘kovansiyonel silahlar’ ifadesinde olduğu gibi, geleneksel ya da klasik anlamında da kullanılabiliyor.

Ancak, biz daha çok sözcüğün sinema/televizyon araştırmalarındaki kullanımıyla ilgiliyiz:

Belirli bir biçime ait olan ve gerek yapımcı gerekse izleyici tarafından aynı biçimde yorumlanan yerleşik usuller. Bunun anlamı şudur: biçim doğal olarak herhangi bir şey ifade etmez, yapımcı ve kullanıcı arasındaki bir anlaşmadan ibarettir.

Popüler metinlerin yapımında başvurulan ‘yazılı olmayan kurallar’. Medyadaki baskın kodlama tarzı (Branston ve Stafford, 436).

Film dili ya da türlerine özgü tekrarlanan ya da önceden tahmin edilebilen âdetler (Villarejo, 153).

Her türün kendine özgü kod ve uylaşımları (anlatının dayalı olduğu kurallar) vardır. Örneğin, yol filmlerinin temel konusu keşiftir (karakterlerin kendilerini tanıması); yolculuk eden genellikle erkektir ve olaylara onun bakış açısından bakarız (...) Kod ve uylaşımlar, ideolojik iklime bağlı olarak zamanla değişir – herhangi bir John Wayne filmini, Clint Eastwood’un problematik bir kahraman ya da anti-kahraman olarak tetikçi tiplemesiyle karşılaştırın (Hayward).

Toparlayacak olursak, uylaşım kavramı genel olarak tür sinemasındaki alışılageldik temaları ve görsel-işitsel kodları kapsıyor. Ancak, bununla sınırla değil. Televizyon gibi farklı iletişim araçlarındaki uylaşımlardan söz edebileceğimiz gibi, anaakım dışındaki sinema için de geçerli bir kavram olduğunu öne sürebiliriz.

Herhangi bir kodun uylaşım olarak değerlendirilebilmesi için, yapımcının yüklediği anlamın izleyici tarafından aynı şekilde anlaşılması gerekiyor. Örneğin, gerilim ya da korku uyandırmak için kullanılan müzikleri düşünelim. Söz konusu parçaların yapısında, ritm dışında, arzu edilen etkiyi uyandıracak herhangi bir özellik bulunmamaktadır. Ancak, zaman içinde alışkanlıklar sonucu, benzer parçalar izleyicide hep aynı etkiyi yaratmaktadır.

Bir başka örnek olarak ağır çekimi alabiliriz. Bu uylaşım, aksiyon-macera sinemasında normal hızda yeterince algılayamayacağımız bir eylemi izleyiciye sunmak ve etkisini arttırmak için kullanılır.

İhtimallerin seçimi

Bu uzun girizgâhtan sonra , Uzak İhtimal’e geri dönebiliriz: İlk gözlemimiz, filmin melodram türüne özgü tematik uylaşımlardan yararlandığı. Bastırılan ve bir türlü ifade edilemeyen duygular (pathos)... Birbirine seven karakterler arasındaki karşıtlık (Clara ve Musa’nın iki ayrı dini mensup olmaları, zenginlik-yoksulluk benzeri bir çatışma olarak algılanabileceği gibi, bir inanç ortaklığı olarak da değerlendirilebilir)... Beklenmedik süprizler ve rastlantılar...

Ancak, tür sinemasından görece aşina olduğumuz bu temalar, son derece inandırıcı ve samimi bir şekilde sunulur. Bunun sırrı ise, filmin biçimsel uylaşımlara gönül indirmemesinde yatar. İstanbul’un perdedeki sunumundan, izleyicinin duygularını sömürmeme konusundaki tutumuna kadar, özenli bir anlatım içerir Uzak İhtimal.

Ağırlıklı olarak elde taşınan ama çok da haraketli olmayan kamera kullanımı filmin ayırt edici yönlerinden biridir. Kurgunun ritmi görece ağırdır. Melodramdaki canlı, parlak renklerin yerini, soluk ve pastel tonlar almıştır.

Öte yandan, uylaşımlara hiçbir şekilde başvurmamak gibi bir yola da gitmez film. Örneğin, karakterlerin saflığını ve masumiyetini simgeleyen beyaz gisysileri, duyguların ifadesi açısından son derece işlevseldir. Ancak, bütün bunlar izleyiciye hep bir açık kapı bırakır ve duygularını sürekli istismar yoluna gitmez.

Ne kastettiğimizi daha iyi ifade edebilmek için önce geniş bir parantez daha açalım.

Ahlaki bir mesele olarak kaydırma ve iki ölüm sahnesi

Eleştirmen Serge Daney “Kapo’daki kaydırma çekimi” (İngilizcesi: The Tracking Shot in Kapo) başlıklı yazısında, Jacques Rivette’in Kapo (Gillo Pontecorvo, 1960) filmiyle ilgili eleştirisine değinir. Rivette’in Cahiers du cinéma dergisinde yayınlanan yazısı “Sefalet Üzerine” başlığını taşımaktadır. Daney, Rivette’in yazısından şu bölümü alıntılar:

Kapo’da, Riva’nın kendisini elektrikli tellerin üzerine atarak intihar ettiği çekime bakın: bu noktada ileri doğru kaydırma yaparak, –havada asılı duran elleri dikkatlice son karenin üst köşesine yerleştirip – ölü bedeni alt-açı çekimle göstermeyi tercih eden kişi, yalnızca en ağır şekilde tahkir edilmeyi hak etmektedir.

Daney’e göre, Rivette’in eleştirisi, sinemada belirli bir tarz ‘sefilliği’ tarif etme açısından önemlidir. Daney’in izlemediğini belirttiği ve sinema tarihi açısından görece önemsiz sayılabilecek bu filmdeki çekime biz de yakından bakalım:






Riva, gerilim dolu bir yürüyüşün ardından tellere yapışmıştır. Genel plandan yakın plan yüz ifadesine geçeriz. Yüzü acıyla gerilmiştir. Aslında ahlaklı herhangi bir sinemacı, söz konusu yakın planla yetinip, karartma ile bir sonraki sahneye geçerdi. Ancak, Pontecorvo bununla yetinmez ve tekrar genel plana döner. Bu kez Riva’nın cansız bedenine kaydırmayla giderek yaklaşırız. Çekim ölçeği, diz çekiminden göğüs çekimine geçmiştir. Kadının elleri havada asılı durmaktadır. Amaç, duygusal etkiyi arttırarak izleyiciye beklenmedik bu ölüm anının dehşetini duyumsatmaktır. Müzik de duyguları yoğunlaştırmaya yardımcı olur.

Daney, ağır bir ifadeyle bu tarz bir yaklaşımı ‘artistik’ pornografi olarak niteler. Pontecorvo’nun yapmaya çalıştığı, ideoloji uğruna bir tür ölüseverliktir. Rivette de, bu nedenle itiraz etmektedir. Filmin çevrildiği 1960’larda, bu tarz itirazlara sıkça rastlanmaktadır:

Rivette’in yazısının hiddetli ve kızgın üslubuna bakınca, öfkeli tartışmalar yaşandığını fark ettim ve anladım ki sinema bütün polemiklerin yankı bulduğu bir alandı. Cezayir’deki savaş sona ermek üzereydi ve filme çekilmediği için tarihin temsiline ilişkin kuşku uyandırıyordu. Herkes, – özellikle de sinemada – tabu fügürler, suçlu eğilimler ve yasak kesmeler gibi şeylerin bulunduğunu anlamıştı. Godard’ın kaydırmayı “ahlaki bir sorun” olarak nitelendiren ünlü ifadesi asla sorgulanamayacak hakikatlerden biriydi.

Daney ise, yazısını 1992’de kaleme almaktadır. Ticari sinema ve televizyonun kendinden menkul kıymeti neredeyse hiç tartışılmamakta, bu tür çekimler hemen hemen hiç sorgulanmamaktadır. Tıpkı bugün olduğu gibi, Kapo’dakine benzer kaydırmalar, izleyicide istenen duygusal etkiyi yaratmanın bir yolu olarak değerlendirilir ve üzerinde bile durulmaz.

Daney, meramını daha iyi anlatabilmek için söz konusu sahneyi Kenji Mizoguchi’nin Ugetsu monogatari (1953) filmindeki bir başka ölüm sahnesiyle karşılaştırır:

Açık bir arazide, yolcular açgözlü haydutların saldırısına uğruyor. İçlerinden biri mızrakla Miyagi’yi öldürür. Adeta istemeyerek, düşe kalka, bir parça şiddetin etkisiyle ya da aptalca bir refleks sonucu yapar bunu. Olay öylesine kazaen gerçekleşir ki, kamera bu eylemi neredeyse kaçırır. Ve inanıyorum ki, bu sahneyi izleyen aynı seyirci aynı batıl ve çılgın düşünceye sahip olur: eğer kamera bu kadar ağır olmasaydı, olay kameranın görüş alanı dışında gerçekleşecekti ve – kim bilir – belki de Miyagi ölmeyecekti.







Yine kaydırmayla tek bir çekimde sunulan bu sahnede, ölümcül darbenin indirildiği anı net olarak göremeyiz. Zira, mızraklı haydut, sırtı izleyiciye dönük olan Miyagi’nin arkasında görünmez olur. Daney’e göre:

Mizoguchi Kapo’nun tam tersini yapıyor. Bakışı dondurmak yerine, görmüyor gibi görünen bir bakış sunuyor. Görmemeyi tercih ederek, olayı olduğu gibi, kaçınılmaz ve dolaylı olarak gösteriyor.

Pontecorvo (ki ileride ünlü Cezayir Savaşı filmini yönetecektir), Daney’in “en geniş anlamda siyasi düşünceleri paylaştığı cesur bir yönetmendir”. Muhafazakar bir yönetmen olan Mizoguchi ise, “yalnızca sanatı için yaşamıştır ve siyasi açıdan bir oportünisttir”.

Öyleyse Daney’in, düşüncelerine yakınlık duyduğu Pontecorvo yerine Mizoguchi’yi tercih etmesinin nedeni nedir? Aralarındaki temel fark nerede yatmaktadır?

“Korku ve titremede”. Mizoguchi savaştan korkar. Kurosawa’nın tersine, feodal iktidar için birbirini katleden küçük insanlardan tiksinir. Etkileyici panaromik çekime yol açan işte bu korku, kusma ve kaçma arzusudur. Söz konusu anı, doğru ve bu nedenle de paylaşılabilir kılan da bu korkudur. Pontecorvo ne titrer ne de korkar: toplama kampı tamamen ideolojik nedenlerle onu tiksindirir. Bu nedenle de şık bir kaydırmayla sahnede varlığını hissettirme ihtiyacı duyar.

İki veda sahnesi

Serge Daney’den ilhamla, Uzak İhtimal’ın sonundaki Musa’nın Clara’yı uğurlama sahnesini, yine yakın dönemden bir veda sahnesiyle karşılaştıralım: Issız Adam’da (Çağan Irmak, 2008) Alper ve Ada’nın yıllar sonra karşılaşıp ayrıldıkları sahne.





Öncelikle hatırlatalım. İki sevgili yine hüzünlü, Ada’nın ve dolayısıyla izleyiciyinin de ağladığı bir sahneyle ayrılmışlardır. Ama izleyicisinin duygularını sıkça manipüle etmeyi seven Çağan Irmak bununla yetinmez. Finalde ayrılığa bir kez daha vurgu yapmak ister. Atlas Pasajı’ndaki sahnede, Alper ve Ada birbirlerini son kez kucaklar. Çıkışa doğru yönelen Alper’le birlikte kamera da kaydırma yapar. Ada’dan giderek uzaklaşırız. Gözyaşları sel olmuş akmaktadır. Çalmakta olan Ayla Dikmen’in Anlamazdın” parçası bu duygusal etkiyi daha da artırır. ‘Artistik şıklık’ bununla da bitmez. Kamera bu kez sabittir. Sokağa çıkan Alper, yönünü şaşırıp önce sağa sonra sola yönelir. Çerçevenin dışına çıkar. Kamera sokağı göstermeye devam eder. Alper yeniden çerçeveye girer ve bu kez ters yönde ilerler.

Rivette’in ifadesini ödünç alırsak, “en ağır şekilde tahkir edilmeyi hak eden” bu çekim, günümüzde geçerli olan görüntü ekonomi-politiğinde sorgulanmayacak derecede olağan bir uylaşımdır.

Son olarak, Fatih Özgüven’in “Vesikalı Yarim’in sonundaki veda sahnesinden bu yana en etkileyici veda sahnesi” olarak nitelendirdiği Uzak İhtimal’in son sahnesine bakalım.




Clara trene binerken Musa adını seslenir. Bir şeyler söylemek istemektedir ama susar. Ve tren hareket eder. Bu kez Musa ile birlikte sabit bir şekilde platformda kalırız. Sahnede duygusal etkiyi arttıracak bir müzik yoktur. Sinemanın ilksel sahnelerinden biri olan Lumiere’lerin Trenin Gara Girişi’nin (L'Arrivee d'un train en gare, 1897) tersi olarak da düşünülebilir bu çekim. Ya da bir tür sabit kaydırma: hareket eden trene karşılık platformda hareketsiz duran kamera (ve Musa)... Bu çekimin ardından Musa’nın yakın planına geçeriz (bir önceki filmde kadına odaklanan bakışı hatırlayalım). Bir burun çekme sesi duyulur. Ağlıyor mudur? Gözyaşlarını tam göremeyiz. Film boyunca başarıyla kullanılan ses köprüsü (bir önceki sahnedeki sesin bir sonraki sahnenin görüntülerinin üzerine taşınması ya da tersi) ile dramatik etki jeneriğe taşınır.

İki veda sahnesi, ağlayan iki oyuncu ve (eğer sinemada izlediyseniz tanık olduğunuz) ağlayan izleyiciler. Peki fark nerede? İlk örneğimizde, filmin içindeki çeşitli sahnelerden ağlamaya hazırlıklıyızdır. Yönetmen her şeyi büyüterek elinden geleni yapar, izleyiciye pek fazla şans tanımaz. Dolayısıyla da, istemdışı bir ağlamadır bu, direnmek isteriz. Kendi yaşamımızdaki deneyimleri anımsadığımız için değil, karşımızda bir (kadın) oyuncu ağladığı ve belki de hüzünlü bir parça çaldığı için ağlarız.

Uzak İhtimal’in sonunda ise, ağlama isteği adeta ruhun derinliklerinden gelir. Bu kez istemli olarak ve karakterle birlikte bastırılanı boşaltmak üzere ağlarız. Sağaltıcı bir etki bir bırakır üzerimizde.

Sonuç niyetine şunları söyleyebiliriz: Mesele ağlatıp ağlatmamak, uylaşımları kullanıp kullanmamaktan çok, nasıl ve ne için yaptığınızla ilgilidir. Bir başka deyişle, ahlaki bir meseledir.


Kaynaklar:

Branston, Gill ve Roy Stafford. The Media Student’s Book. İkinci baskı. Londra: Routledge, 2000.

Daney, Serge. ‘The Tracking Shot in Kapo,” çev. Laurent Kretzschmar, Senses of Cinema 30, Ocak-Mart, 2004.

Mutlu, Erol. İletişim Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2004.

Susan Hayward, Cinema Studies: Key Concepts, Londra: Routledge, 2002 [1996].

Türkçe Sözlük, 2 cilt, 7. baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayını, 1983.

Villarejo, Amy. Film Studies: The Basics. Londra: Routledge, 2007.