13 Ağustos 2010 Cuma

taşındık

Bir süredir sesi soluğu çıkmıyordu karşı açı'nın. Nedeni yazın ve sıcakların getirdiği tembellikle birlikte, yeni bir adrese taşınma hazırlıklarıydı.

Şimdi ağır çekim'de sizlere daha kapsamlı ve renkli bir içerik sunmayı hedefliyoruz. Henüz her şey hazırlık aşamasında. Ama kervanın yolda düzüleceğini umuyoruz. Öyleyse bekliyoruz:

10 Haziran 2010 Perşembe

asgari kalorili Filistin diyeti

İnsanın nutkunun tutulduğu, soluk almakta güçlük çektiği, çaresiz hissettiği anlar vardır. İsrail'in Mavi Marmara'da yaptığı katliam da çoğumuz için böyle sarsıcı bir andı. Böyle anlarda insan olup bitenlere bir açıklama arıyor. Klasik iletişim araçları, bu durumlarda kendilerini anlık akışa kaptırdığı için çoğu kez yetersiz kalıyor. Çaresizce ekrana ve internete bakarken, aklıma doktora yıllarından arkadaşım Eyal Weizman'ı aramak geldi. Eyal, İsrail’in Filistin’deki “sivil” işgal politikasını sorgulayan çalışmalarıyla tanınıyor (Batı Şeria'daki İsrail denetimi üzerine hazırladığı haritalar çok ses getirdi.). Şu aralar, Londra Üniversitesi Goldsmiths Koleji’ne bağlı Mimari Araştırmalar Merkezi’nin yöneticisi. Aynı zamanda Edward Said anısına her yıl düzenlenen Anma Konferansı’nın da bu yılki konuşmacısı. Modern iletişim teknolojilerinden yararlanarak gerçekleştirdiğimiz söyleşi Express'in 112. sayısında (Haziran 2010) yer aldı (Dergiyi ayrıca kitapçılardan istemeyi unutmayın).

İsrail ordusu neden böyle kanlı bir saldırı düzenledi? Hükümetin Gazze’ye yönelik insani yardıma karşı çıkma gerekçeleri nedir?

Aslında bu meselenin temelinde, insani yardımın düşmanca bir tehdit olarak algılanması yatıyor. Gazze’ye yardım filosu yola çıkmadan önce Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Gazze’de bir insanlık krizi yaşanmadığını” öne sürerek, bunun “bir yardım filosu değil, İsrail’in meşruiyetini sarsmaya yönelik bir provokasyon olduğunu” açıkladı. Saldırı sonrasında ise filonun “Hamas terör örgütünü destekleyen bir nefret ve şiddet armadası” olduğunu söyledi. Bu, İsrail hükümetinin sivil toplum gönüllülerine bakışının tipik bir yansıması.

Ancak, esas strateji değişikliğinin geçen yıl başladığını söyleyebiliriz. Eylül 2009’da Goldstone Komisyonu’nun raporu yayınlandı. Bu komisyon, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulmak üzere Gazze’de çatışmaya ilişkin bulguları inceliyordu. Raporda, İsrail’in Gazze’de uluslararası insan haklarını ve insani yardımı düzenleyen kuralları ciddi anlamda ihlal ettiği kaydediliyor. Aynı zamanda, İsrail’in eylemlerini savaş suçu ve insanlık suçu olarak nitelendiriliyor.

Bu rapora İsrail hükümetinin tepkisi ne oldu?

Aslında hükümet bu raporu kolayca gözardı edebilir ya da İsrail-karşıtı olarak nitelendirip geçersiz sayabilirdi. Ancak, bunun yerine Netanyahu hükümeti, rapora ve bu vesileyle Goldstoneculuk” olarak nitelediği anlayışa karşı savaş açmaya karar verdi. “Goldstone etkisi” olarak adlandırılan bu anlayış, hükümete göre, İsrail’in varolma hakkını inkar ederek meşruiyetini sarsmaya yönelik bir uluslararası girişim.

Kasım 2009’da, İsrail’in önde gelen savunma kurumlarından Saban Forum’da yaptığı bir konuşmada, Başbakan Netanyahu bugün İsrail’e yönelik üç stratejik tehdit bulunduğunu açıkladı. Birincisi ülkeyi haritadan silecek olan İran’ın nükleer saldırısı. İkincisi ekonomiyi tahrip edecek olan Hizbullah ve Hamas gibi İslamcı örgütlerin sınır-ötesi roket saldırıları... Peki bu iki tehditle eşdeğer olarak görülen üçüncü stratejik tehdit hangisi dersiniz? İnsani yardım... Üstelik, Netanyahu’ya göre, bu öyle sıradan bir tehdit de değil, devletin bekâsına yönelik bir tehdit.

İşte bu noktadan sonra, insani yardım bir varoluşsal tehdit olarak sunulmaya başlandı. Bu mantığa göre, insani yardım sağlayanlar da terörist ve devlet düşmanıdır. Şimdi bir düşünün, bütün bu açıklamaları dinleyen bir asker, insani yardım görevlileriyle karşılaştığında ne yapar? Tabi ki, onlara düşmanlara davrandığı gibi davranır, yani şiddete başvurur. Mesele budur.

Saldırının filoda bulunduğu öne sürülen malzemelerle bir ilgisi yok öyleyse...

Bu saldırının arka planında iki şey yatıyor: İlki, insani yardım çabalarının ve insan hakları eylemcilerinin stratejik tehdit ve devlet düşmanı ilan edilmeleri. İkincisiyse, devletin Gazze’ye yönelik insani yardımı bir siyaset aracı olarak kullanma girişimini içeriyor. Mavi Marmara’ya yönelik saldırı, insan hakları örgütlerinin ve diğer uluslararası aktivistlerin dokunulmazlıklarının” bundan böyle İsrail hükümeti tarafından tanınmadığı anlamına geliyor. İnsani yardım artık İran’ın nükleer silahları ya da roket saldırısıyla eşdeğer bir stratejik tehdit. Elbette, yardımın gerek alan gerekse yardımda bulunan açısından politik amaçlarla kullanılabileceği bir gerçek. Bu nedenle, güçlü devletlerin giderek artan oranda, insani yardımın tanımını ve yardım dağıtımını kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya ve tekellerine almaya çalıştığını görüyoruz. İsrail, yardım kuruluşlarının kendisiyle işbirliği yapmasını istiyor. Bunu yaptığınız taktirde ister istemez İsrail’in denetim mekanizmasının bir parçası durumuna geliyorsunuz. Uluslararası Kızılhaç Komitesi gibi uluslararası kuruluşların gönderdiği yardımlar aslında İsrail’in bu topraklarda yaşayan insanlara sağlamakla yükümlü olduğu ihtiyaçlar. Uluslararası yardım kuruluşları, normalde işgalci gücün sağlaması gereken temel ihtiyaçları karşılıyor. Dolayısıyla, İsrail bu durumu da kendi lehine kullanıyor. Elbette, IHH’nin kendine özgü bir ideolojik, dini ve siyasi gündemi var. Ancak, İsrail’in gemilerde silah bulunduğu endişesiyle saldırdığını sanmıyorum. Esas tehlikeli olan bizatihi insani yardım. Zira, bu insani yardım Gazze’deki insanlara ulaşırsa, insani yardım üzerindeki tekelleri sarsılacak.

İnsani yardım üzerindeki bu tekel nasıl işliyor?

İsrail, işgal ve denetim politikasında bazı temel değişikliklere gitti. Geçmişte işgal altındaki topraklara Yahudi yerleşimciler yerleştiriyordu. Ancak, askerlerinin Hamas tarafından rehin alınması üzerine, İsrail 2005’ten itibaren Gazze’den çekildi. O tarihten bu yana, mekânı mahfaza altına alarak nüfusu denetim altına almaya çalışıyor. Duvarların inşa edilmesiyle Gazze’nin çevresindeki mahfaza giderek sertleşti. Ancak, bu mahfazanın da bir sınırı var. İsrail Yüksek Adalet Mahkemesi’nin 2008 başlarında aldığı bir karara göre, devlet Gazze’de yaşayanlara asgari miktarda” insani yardım sağlamakla yükümlü. Bu kararın altındaki mantığı eski Başbakan Ehud Olmert’in danışmanı Dov Weisglass çok iyi özetliyor: “Amaç Filistinlileri açlıktan öldürmek değil, diyete sokmak”.

Peki bu asgari miktar nedir? İnsani yardım, pek çok mal akışı üzerinden hesaplanıyor. Örneğin, İsrail’deki elektrik şirketleri, hayatın normal akışını kesintiye uğratacak, ancak sağlık gibi temel bazı hizmetlerin sürmesini sağlayacak asgari elektrik miktarı hesaplıyor ve bölgeye ancak bu miktarda elektrik veriyor. Bu hesaplama her türlü mal için geçerli. Ancak en korkuncu, kalori hesabı. Ha’aretz gazetesinde yayınlanan bir resmi belgeye göre, Gazze’ye girmesine izin verilen kalori miktarı konusundaki “kırmızı çizgiler” belirlenmiş. BM’in açlık tanımı dikkate alınarak, insanların ihtiyacı olan asgari kalori miktarı, yaş ve cinsiyet gruplarına göre son derece ayrıntılı biçimde hesaplanmış. Örneğin yetişkin bir erkek için günlük 2100 kalori öngörülürken, kadınlar için bu miktarın 1700 kalori olması kararlaştırılmış. Daha sonra bu miktarı, karbonhidrat, yağ, tahıl vb. gıda türlerine göre ayırıyorlar. Buna göre, kamyonlara yüklenecek gıdanın tonajını belirliyorlar. Gazze’ye girecek olan her bir kalorinin hesabını tutuyorlar. Bunu yaparak da Hamas hükümetini düşürebileceklerini sanıyorlar.

Abluka nasıl işliyor? İsrail mekân üzerinde nasıl denetim sağlıyor?

İsrail, Batı Şeria ve Gazze’yi duvarlarla çevirerek, burada yaşayan Filistinlileri bir açıkhava hapishanesine kapattı. Buna karşı, Filistin direnişi de yer altına kayıyor. Gazze’nin altında çok sayıda tünel var. Bunların bir kısmı da Mısır topraklarına çıkıyor. İsrail bununla mücadele etmek için, yer altında patlayan özel bombalar kullanıyor. Aynı zamanda, hava sahasını da denetim altında tutmaya çalışıyor. Yeraltını, yerüstünü ve hava sahasını kapsayan bir denetim sistemi var. Şimdi bunu karasularına taşımaya çalışıyorlar.

Daha önceki çalışmalarımda göstermeye çalıştığım gibi, İsrail yasadışı istimlaklar gibi araçlarla bir tür kent savaşı yürütüyordu. Bugünse çatışmanın ekseni insani yardım savaşına kaymış durumda. Bu savaşın amacı ise, beden aracılığıyla nüfusun siyasal açıdan denetim altına alınması. Duvarın burada önemli bir işlevi var: mal ve insan akışını düzenliyor. İnsanların biyolojik varlıklarını denetim altında tutan bu mekanizma, Foucault’nun işaret ettiği türden bir biyo-iktidar.

İsrail’in Aralık 2008 ve Ocak 2009’da Gazze’ye yönelik 22 gün süren saldırısında 1400 kişi ölmüştü. Bu korkunç bir rakam, ancak önlenebilir ölümlerin” yanında çok küçük bir miktar. İsrail kuşatması, pek çok şeyin yanı sıra tıbbi yardımı da etkiliyor. İşte bu tür sorunlar nedeniyle ölen insanların sayısını bilmiyoruz. İsrail’de oldukça tartışma yaratan bir çalışmaya göre, Gazze’deki Filistinlilerin nüfusu önümüzdeki bir kaç yıl içinde 1,5 milyondan 2 milyona çıkacak. Bu bölgede 2 milyon insanı barındırmak ve denetim altında tutmak neredeyse imkânsız. İsrail, “demografik bir sorun” olarak nitelendirdiği bu durumdan çekindiği için, çeşitli mekanizmalarla nüfusu denetim altında tutmaya çalışıyor. Bunu ne kadar bilinçli yapıyor bilmiyorum. Ancak, bugün Gazze’de ortalama ömür uzunluğu giderek kısalırken, çocuk ölüm oranları da artıyor.

İsrail Uluslararası İnsani Hukuk’a (UİH) meydan mı okuyor?

Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: UİH sınırlı bir yasal düzenleme. Savaşta kime ve nasıl saldırıda bulunulabileceğini sınırlıyor. Amacı acıları ortadan kaldırmak değil, azaltmak. Askeri hukuk uzmanları, militan hedeflere yönelik “zorunlu” bir saldırı ile ölen sivillerin sayısı arasında sözde “doğru” bir oran bulmaya çalışıyorlar. Burada önemli olan nokta, neyin zorunlu ve doğru olduğu değil, hangi tarafın yorumunu haklı kılacak derecede güçlü olduğu. Bu anlamda, UİH şiddeti yalnızca meşrulaştırmakla kalmıyor, bizatihi şiddete dayanıyor.

İsrail, UİH’u kendi lehine kullanma konusunda oldukça deneyimli. Saldırılarını da buna göre düzenliyor. İsrail ordusu sözcülerinin, “meşru” hedefler, “arzu edilmeyen” sonuçlar gibi yasal kavramlarla konuştuğunu görüyoruz. UİH, uluslararası kamuoyu tarafından hoşgörülebilecek ölçünün sınırlarını belirliyor. Ancak bu sınırlar askeri uygulamalarla esnetilebiliyor. İsrail’in yaptığı da bu sınırları esnetmeye çalışmak. Hukukun bu şekilde bir savaş aracı olarak kullanılmasına “hukuk savaşı” (lawfare) adı veriliyor. Bu durumda bir paradoksla karşı karşıyayız: UİH kavramını kullanırken, içerdiği tehlikelerin de farkında olmak gerekiyor. Aynı zamanda UİH’in meşruiyetini ve otoritesini de sorgulamalıyız. Bir diğer deyişle, İsrail’in şiddetine karşı başvuracağımız yegâne yol bu olmamalı. Bununla birlikte, İsrail’in son bir yıl içinde tutumunda ciddi bir değişikliğe gittiğini de görmezden gelemeyiz. İsrail, UİH’u tanımama, ihlal ya da esnetme çabasının ötesinde, onu ve savunucularını varlığına yönelik bir tehdit olarak algılıyor ve sistematik bir mücadeleye girişiyor.

Bu durumda, BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararın ve uluslarası tepkilerin nasıl bir sonuç vermesini bekleyebiliriz?

Sanıyorum, Goldstone Komisyonu’nun öngördüğüne benzer bir araştırma komisyonu kurulacaktır. ABD ve Avrupa, Goldstone komisyonu raporunun itibarını sarsmak için ellerinden geleni yaptı. Şimdi bu mücadelenin ikinci raundu oynanacak. BM, bir yandan uluslararası hukukun hükümlerini uygulamaya çalışacak, bir yandan da uluslararası hassasiyetleri gözönünde tutmaya çalışacak. Zira, araştırma sonuçları itibarını sarsacağı için, İsrail bunu kendine yönelik bir husumet olarak algılayacaktır. Burada da bir paradoks yatıyor: Komisyon, siyasi yönden ne kadar güçlü bir karar alırsa, o denli etkisiz olacaktır. Bu nedenle ihtiyatlı bir tutum benimseyecektir. İki taraf da Goldstone sürecinden ders çıkardı. İsrail, belirli ölçüde komisyonla işbirliğine yanaşacaktır. Ellindeki video kanıtlarını delil olarak sunacak, IHH’li gönüllülerin direnişini bir mazaret olarak sunacaktır. Ancak, bu pozisyonun kabul göreceğini sanmıyorum. Varsayalım ki, IHH’liler İsrail askerlerine saldırdı. O zaman, İsrail askerlerinin o gemide işi ne? Uluslararası sularda seyreden bir gemiye, ağır silahlarla ve gözyaşartıcı bombalarla çıkarma yaparak gasp etmeye çalışmak uluslararası hukukun ihlalidir. Bu nedenle, gemidekilerin durumu yasal açıdan meşru müdafa olarak değerlendirilecektir.

İşgal Altındaki Topraklarda İnsan Hakları Enformasyon Merkezi B’Tselem’in yönetim kurulundasınız. İsrail’de sivil toplum kuruluşları için zor bir dönem olmalı? Ne gibi güçlüklerle karşılaşıyorsunuz?

Bizler de aynı stratejik tehditin bir parçası olarak değerlendiriliyoruz. Kişilerin ve kurumların itibarını zedelemek üzere inanılmaz bir kampanya yürütüyorlar. Sivil toplum kuruluşları da bir kuşatma altında ve bu şartlarda çalışmak da çok zorlanıyorlar. Elbette bu Filistinlilere yönelik kuşatmayla karşılaştırılamaz. Bizler hâlâ belirli ölçülerde toplanma ve yayın yapma gibi özgürlüklere sahibiz. Ancak , aşırı ve merkez sağın desteğini alan hükümet, sivil toplum kuruluşlarına acımasızca saldırıyor. Knesset’te Şubat ayında ezici bir çoğunlukla kabul edilen bir yasaya göre, yabancı ülkelerden destek alan kuruluşların vergi muafiyeti kaldırıldı. Hükümet, sivil toplum kuruluşlarını “iç düşman” olarak görüyor. Sivil toplum kuruluşlarına yönelik bu saldırı ile insani yardım gemilerine yönelik saldırı, insan haklarını devletin düşmanı olarak gören aynı zihniyetin ürünü. Buna göre, uluslarası yardım kuruluşları da, “dış düşman”.

Peki İsrail’in bu politikalarına karşı ne yapılabilir?

Lütfen daha fazla gemi gönderin. Belki bu yolla bu ablukayı kırabiliriz. Türkiye’den gelen gönüllerin çaba ve cesaretlerine müteşekkir olduğumu belirtmek isterim.

en etkileyici sinema kitapları

"Sinema üzerine bugüne dek yazılmış en etkileyici beş kitap hangileridir?" Sight & Sound dergisi, eleştirmen ve akademisyenlere bu soruyu sormuş. Aldıkları yanıt çok da şaşırtıcı değil.

En çok oy alan kitaplar şunlar:
1. David Thomson, Biographical Dictionary of Film, 1975
= 2. Robert Bresson, Notes on the Cinematographer, 1975
= 2. Andrew Sarris, The American Cinema: Directors and Directions 1929-1968, 1968.
= 2. François Truffaut, Hitchcock, 1967
3. Andre Bazin, What is Cinema?, 1967 ve 1971.

Bu kitaplarla ilgili ayrıntılı bilgiye ve tek tek eleştirmenlerin yanıtlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Listelerden hoşlanmamakla birlikte böyle bir çağrıdan tahrik olmamak da mümkün değil. Tükçede yayınlanan kitaplardan yola çıkıp kişisel bir liste hazırlayacak olsaydım, sanırım cevabım şu olurdu:

1. Lütfi Akad, Işıkla Karanlık Arasında, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004.
Eğer sinemada deneyimlerle ulaşılan bilgelik diye bir şey söz konusuysa, bunun en iyi temsilcilerinden biri Lütfi Akad. Yalnız yönetmenin kişisel serüvenini değil, sinemayı ve Türkiye'yi anlamak için...
2. Robert Bresson, Sinematograf Üzerine Notlar, çev. Nilüfer Güngörmüş, Nisan Yayınları, 1992.
Bizim listemizde de yer alması kaçınılmaz. Özenli çeviri ve baskıya karşın yıllardır piyasada bulunmaması üzücü.
3. Walter Murch, Göz Kırparken, çev. İlker Canikligil, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005.
İtiraf edeyim, uygulamadan gelenlerin yazdıkları, çoğu zaman biz akademisyen ve eleştirmenlerinkinden daha ufuk açıcı oluyor. Murch, ilgi alanlarıyla istisnai bir kurgucu.
4. Ali Karadoğan vd., Çok Tuhaf Çok Tanıdık: Vesikalı Yarim Üzerine, Metis Yayınları, 2005.
Bu filmi, dönemin diğer melodramlarından ayıran o tuhaf şey nedir? Tek bir film üzerinden uzun soluklu bir sorgulama.
5. Nijat Özön, Türk Sinema Tarihi, Artist Yayınevi, 1962.
Hatalarıyla sevaplarıyla klasik bir başvuru kaynağı. Yeni baskısı için Özön'e uzun ömürler diliyoruz. Nilgün Abisel'in Türk Sineması Üzerine Yazılar'ı (İmge ve daha sonra Phoenix Yayınevi) ile birlikte okunmasında yarar var.

Liste çabuk bitiyor. Bir hile yapıp bir kitap daha ekleyecek olsaydım:
6. Luis Bunuel, Son Nefesim, çev. İlkay Kurdak, Afa daha sonra İmge Yayınevi.
Kokteyl tariflerinden filmlere soluk kesen bir yaşam öyküsü.

8 Haziran 2010 Salı

bayrak dağ


Ayıptır söylemesi (biraz geç de olsa) John Smith'ten Eyal Sivan'ın IDFA'daki master class konuşması aracılığıyla haberdar oldum (Sivan'dan ise Necati Sönmez'in IDFA değerlendirmesi aracılığıyla). Sakız çiğneyen kız, sinema tarihinde öncü işlerden biri. Ustanın son işi Bayrak Dağ ise, bizler açısından oldukça tanıdık bir imge. Kuzey Kıbrıs'ta Beşparmak Dağları'na çizilen dev KKTC bayrağını gösteriyor. Bayrağın yüzölçümü 216 metrekareymiş. Sanınırım bu imgeleri o kadar kanıksadık ki, dışarıdan nasıl göründüğünü de unuttuk.
Bu arada hatırlatalım muhalif belgeselci Eyal Sivan, 22-27 Haziran'da İstanbul'da düzenlenecek Documentarist'in konuğu. Dinlemekte yarar var.

6 Haziran 2010 Pazar

stereo kanunu

Stereo, köpekler ve körler için yapılmıştır. Hep bu şekilde gösterilir, ancak şu şekilde gösterilmesi gerekir. Böyle gösterildiği için de...
dinleyen ve seyreden ben, burada, tam karşıdayım. Bu görüntüyü alıp yansıtıyorum. Bu şekilde belirtilen konumdayım. Bu, stereo şekli.
Şimdi bu şekli alıp tarihteki geçmişine bakalım; zira stereo aynı zamanda tarihte de yer alır. Önce Öklid vardı, sonra onu yansıyan Pascal. Bu da mistik altıgen.
Ama tarihte, tarihin tarihin de, İsrail'i oluşturan Almanya vardı. İsrail bu projeksiyonu yansıdı ve kendi aksini buldu.
Ve stereo kanunu devam etti. Buna karşılık, Filistin halkı da kendi aksini buldu. İşte gerçek stereo efsanesi.
JLG/JLG: Aralık'ta Otoportre (Jean-Luc Godard, 1995)

Toplama kampları ile ilgili kitaplara bakarken, bir şey fark ettim: tutsakların ayakta duracak halleri kalmadığında, artık takatlerinin son damlasına ulaştıklarında, görevliler onlara "müslüman" diye hitap ediyordu.
Ici et ailleurs (Burada ve biryerlerde) (Jean-Luc Godard, 1976)

İlişkilendirme (juxtaposition): Toplama kampında, Almanların Yahudilere Müslüman dediklerini bir tek ben söyledim. Toplama kampından kurtulanların hepsi bunu bildikleri ve bütün kitaplarda yer aldığı halde, kimse bu bağlantıyı görmedi; Ortadoğu'da savaş çıktığında bile...
Jean-Luc Godard & Youssef Ishaghpour, Cinema: The Archeology of Film and the Memory of a Century, çev. John Howe, Oxford: Berg, 2005, s. 105.

günün sözü

hüzünlüdür gözleri hep,
mutluluktan söz edenin
Aragon

Kare: Mutluluk: özel isim ya da kavram (Agnes Varda)

5 Haziran 2010 Cumartesi

yeni dalganın büyükannesi

Fotoğraf: Ara Güler, Benim Sinemacılarım.

Mubi (eski adıyla The Auteurs) harika bir Agnés Varda retrospektifine yer veriyor. Filmler ehven fiyatlarla internetten izlenebiliyor. Bu vesilyle, Varda üzerine çıkan yazılardan ve filmlerinin posterlerinden bir derleme yapmışlar.

Agnés Varda’nın ilk filmi La Pointe Courte (1954) aynı adlı sahil kasabasında geçer. Ayrılmak üzere olan bir çiftin öyküsü sık sık kesilir ve kasabadaki balıkçıların günlük yaşamından kesitler izleriz.

Film 1955’te Cannes Film Festivali’nde gösterilir. La Pointe Courte’u “özgür ve saf bir film” olarak niteleyen Andre Bazin, gösterime bir grup sinemacı davet eder. Gelen sinemacılar filmi “olağanüstü” bulduklarını söyleyerek iltifatta bulunurlar. Ancak, kimse filmi göstermeye ve dağıtmaya cesaret edemez.

Varda, iki yıl sonra kendi imkânlarıyla filmi Montparnasse’da küçük bir sinemada gösterime sokar. Gösterime Truffaut, Chris Marker, Nathalie Sarraute, Marguerite Duras gibi bir çok ünlü katılır.

Sınırlı bir bütçeyle çekilen bu yaratıcı film çağdaş sinemada bir kapı aralar ve Yeni Dalga’nın öncüsü olur. Varda, yıllar sonra “Yeni Dalga’nın büyükannesi” olarak anılır. Zira, akımın ilk örneklerinden (400 Darbe, Serseri Aşıklar) beş yıl önce, Yeni Dalga’ya özgü sayılan pek çok yeniliği sinemaya getirmiştir. Kadın olduğundan mı bilinmez, pek çok sinema tarihinde bu gelişmelerden söz edilmez...

30 yaşındayken, dergide benimle ilgili bir yazı çıkmıştı, başlıkta “Yeni Dalga’nın Atası” yazıyordu. “Demek 30 yaşında ata oldum” dedim kendi kendime, “Harika! Daha fazla yaşlanmayacağım demektir öyleyse!”

Agnés Varda ile söyleşi, La Pointe Courte DVD ekstraları (The Criterion Collection).