6 Haziran 2009 Cumartesi

filmimiz karadır abiler...

Pek çok yazarın korkulu rüyasıdır, ilk yapıttan sonrasını getirebilmek, yeni bir ürün ortaya koyabilmek. Hele bir de bu ilk yapıt eleştirel ilginin odağı olmuş, övgülerle karşılanmışsa. Böylesi bir durumda, yaratma çabası kişiyi engelleyen bir kabusa dönüşebilir. İşte bu nedenle, bazı deneyimli yayıncılar, yeteneklerine güvendikleri yazarların ilk yapıtlarını yayınlamadan, ikincisinin müsveddelerini görmeyi yerinde bulurlar. 

Benzer bir durum yönetmenler için de söz konusudur. Sinema tarihi, ilk filmlerinin başarısını hiçbir zaman yakalamayan yönetmenlerle doludur. Bu nedenle olsa gerek, sanatsal yaratımla ilgili tüm kılavuzlar, bütün kurşunları tek seferde tüketmemeyi, ilerisini planlamayı öğütler bu yola adım atanlara.

Yönetmen Roy Andersson, sinema dünyasına böyle en yukarıdan giren isimlerden. Film okulundan mezun olduktan sonra çektiği ilk uzun metraj filmi Bir İsveç Aşk Öyküsü (1969) çok sayıda ululararası ödülün sahibi olunca, kendini birden eleştirel ilginin odağında buldu. Ardından çekeceği yeni filmin senaryosunun hazırlıklarına girişti. Bir yandan beklentilere cevap vermek istiyor, bir yandan da aynı üsluptan kaçınmayı hedefliyordu. Ancak, bu gerilim onu depresyona sürükledi. Sonunda bütün güçlükleri aşıp ikinci filmi Giliap’ı (1975) tamamladığında aradan altı yıl geçmişti. Yapım sonrası çalışmalar gecikmiş, film hedeflenen bütçenin çok üstünde bir rakama mal olmuştu. Sonuç Andersson açısından tam bir yıkım oldu. Eleştirmenlerin hışmına uğrayan film yapımcısını zarara uğrattı. Zira, bu yeni filmde Bir İsveç Aşk Öyküsü’nün neşeli tonunun yerini kara mizah almıştı.

Andersson sinema dünyasından tam 25 yıl uzak kaldı. Arada yüzlerce reklam filmi yönetti. 1991’de Dünyanın Zaferi adlı kısa filmiyle bir kez daha izleyici karşısına çıktı. Bu kez eleştirmenlerden ve festivallerden tam not aldı. Karanlık ve alaycı üslubu ilgi uyandırdı. Yine de film çekmek için acele etmedi Andersson. 1996’da çekimlerinde başladığı İkinci Kattan Şarkıları dört yıl sonra bitirdi. Birbiri ardına eklenen fragmanlardan oluşan film, pek çok uluslararası ödülün yanısıra Cannes’da jüri özel ödülünü kazandı.

Yine de Andersson’ın hiciv ile toplumsal eleştiriyi birleştiren üslubuna bu filmle hayran olanların bir yedi yıl daha beklemesi gerekecekti. Sen, Yaşayan 2007’de izleyiciyle buluştu, ama ne yazık ki Türkiye’nin aralarında bulunduğu bir çok ülkede ticari gösterime girmedi. 

***

Sen, Yaşayan adını Goethe’nın Roma Ağıtları’ndaki bir dizeden alıyor: Ey yaşayan, sıcacık yatağında mutlu ol öyleyse, Lethe’nin buz gibi soğuk dalgaları açıkta kalan ayağını yalarken”. Yunan mitolojisine göre Lethe, Hades’teki çok sayıdaki ırmaktan biridir. Bu ırmağın suyundan içenlerin bellekleri siliniyor, her şeyi unutuyorlar.

Andersson sürekli bir unutuş içinde yaşar gibi görünen insanların yaşamından kesitler sunuyor. Birbirleriyle ilişkisiz bu kesitler mekânlar arasındaki bağla ilişkileniyor. Her bir kesit alabildiğine odak derinliğine sahip tek ve uzun bir çekimden oluşuyor. Yönetmenin kamera hareketlerine yer vermeyişi izleyiciyi bir ölçüde daha etkin kılıyor ve filmin içine alıyor.

Andersson sıradan, entipüften şeylerle ilgileniyor. Ancak bu görünüşte banal durumlar bize insanların varoluşuyla ilgili temel sorular sorduruyor. Geçen haftalardaki gerçeklik yazılarına atıfta bulunarak sinemasını ‘sudan-gerçekçilik’ olarak tanımlayabiliriz belki de.

Filmin fragmanlarından birinde, bir zengin evinde verilecek ziyafet öncesinde nereden çıktığını bilemediğimiz işçi tulumu giyen bir adam, üstündeki tabak ve bardakları kımıldatmadan masa örtüsünü çekebileceğini iddia eder. Yaşlı bir kadın önce yemeğimizi yeseydik” der. İşçi tulumlu adam “buna hiç gerek yok” der. Tabi beklenen gerçekleşir: koca masanın üzerindeki antika yemek takımı tuzla buz olur. Uzun masanın üzerinde iki adet gamalı haç belirir.

Sıradan, mesafeli yaşamların derinindeki materyalizm ve faşizm, Andersson’ın temel konularından biri. 30 yıllık kariyerinde yalnızca dört uzun metrajlı filmle yetinen usta, derin ve fantastik, alaycı ve trajik tarzı ile alışageldiğimizden farklı bir sinema yapıyor. Anlaşılan, son iki filmi tamamlayacak olan beşinciyi yine uzunca bir süre bekleyeceğiz. Ama bu arada, diğerlerini izlemeyi ihmal etmemeli, bizden söylemesi.

(Taraf gazetesinde 4.6.2009'da yayınlanmıştır)

Hiç yorum yok: