Bu aralar 2008’in en iyi filmlerini sıralayan listeler gündemde. Sinema yazarları, dergiler birer birer geçen yıl en çok beğendikleri filmleri ilan ediyorlar. Bense bu türden bir sıralamaları oldukça zorlayıcı buluyorum. Göremediğim filmlere haksızlık edeceğim düşüncesinden ya da hangi filmin önde yer alacağına bir türlü karar veremediğimden. En iyi film listelerine ilişkin bir diğer kaygım da, seçim yapılan kümenin genellikle gösterime giren filmlerle sınırlı olması. Bilindiği gibi, belirgin yükselişe karşın (2008’de 270 film), Türkiye’de gösterime giren film sayısı nüfusa oranla oldukça düşük.
Bu nedenle, geçtiğimiz yıl Türkiye’de sinemalarda gösterime girmeyen ama benim ilgiyle izlediğim iki filmden söz etmek istiyorum. Bunu, bir tür kişisel ‘top iki’ olarak da düşünebilirsiniz. Bu filmlerin ikisi de, kurmaca değil belgesel. İlki James Marsh’ın Sundance Film Festivali’nde en iyi belgesel ödülünü alan İp Üstündeki Adam’ı (Man on Wire, 2008). Film, Fransız ip cambazı Philippe Petit’yi ve 1974’te Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri arasında yaptığı ip yürüyüşünü konu ediniyor. Petit, Dünya Ticaret Merkezi’nin inşasından bir gazete haberi aracılığıyla haberdar oluyor. Ve o anda bu iki kulenin arasından ip üzerinden yürümeyi hayal ediyor. “Herkesin hayallerinin somut bir nesnesi vardır, benim hayalimse daha inşa edilmemişti,” diye anıyor o günleri filmde. Sonuçta, cambazın istediği iki kazık arasında yürümek... Sözkonusu olansa dünyanın en yüksek kazıkları... Petit kulelerin inşasını sabırsızlıkla bekliyor. Yasadışı yollardan gerçekleştireceği yürüyüş için küçük bir ekiple birlikte ayrıntılı bir planlama yapıyor. Sonunda o yükseklikte 45 dakika rüzgarla dans ediyor. Kendisi farkına varmamış ama iki kule arasında tam sekiz kez gidip geliyor. Tabi ki, ipten indiğinde yasaları ihlal etmek suçlamasıyla gözaltına alınıyor. Marsh’ın filmi bu inanılmaz “gösteri”yi izleyiciye adeta bir gerilim filmi gibi aktarıyor. Petit’nin kuleler arasında yapacağı yürüyüş öncesi hazırlıklarını 34 yıl sonra yeniden canlandırıyor.
Eleştirmen Roger Ebert’le yaptığı söyleşide Petit, hedefini şöyle özetliyor: “Amacım iki kule arasında yürümek değildi. Onların arasındaki negatif boşluktan yararlanarak, gökyüzünde ne türden bir geçici ve doğaçlama tiyatro sergileyebileceğimi keşfetmeyi amaçlıyordum. İzleyicilerim mi? Hayretten donakalanlar. Ya gösteri? Gökyözünde bir nokta.” Bu şiirsel yorumdan da anlaşılabileceği gibi, Philippe Petit, nev-i şahsına müntasır birisi. İkiz kulelerin yıkılışı karşısında hissettiklerini ise kelimlerle ifade edemiyor. Bugün hala ip üstünde yürümeye ve jonglörlük yapmaya devam ediyor. Bir yandan da kitaplar yazıyor, dünyayı dolaşıyor. Filmi izlediğinizde bu gökyüzü şairine hayran kalacaksınız.
Sözünü etmek istediğim ikinci belgeselin ise biraz daha eski tarihli: Ayı Adam (Grizzly Man, 2005). Kahramanı yine, insanların ‘deli’ gözüyle baktıkları sıradışı bir insan. Ancak daha karmaşık bir karakter, zira gerçek kimliğini gizleyerek kendisini farklı biri olarak yeniden yaratmış. Timothy Treadwell, yaşamını Alaska’da yaşayan hayli tehlikeli bir ayı cinsinin korumasına adamış. Yılın önemli bir bölümünü onlar arasında geçiriyor ve yaşadıklarını filme alıyor. Ve ayılar arasında geçirdiği 13 yılın sonunda, trajik sonla karşılaşıyor. Tredwell ve kız arkadaşı bir ayı tarafından parçalanarak öldürülüyor. Ve Treadwell’in çektiği bu nefes kesen görüntüleri ölümünden sonra teslim alan ünlü yönetmen Werner Herzog, yakınlarıyla da konuşarak olağanüstü bir öykü anlatıyor.
Fitzcarraldo gibi filmlerin yönetmeni aynı zamanda usta bir belgeselci. Ayı Adam’da kendisini de filmin içine katarak, doğa belgesellerinden çok farklı bir öyküye imza atıyor.
Bu iki filmi yakınlaştıran yalnızca karakterlerinin özgünlükleri ve yaşadıkları nefes kesici maceralar değil. Philippe Petit ve Werner Herzog, aynı zamanda iki yakın dost. Sözünü ettiğimiz filmlerin gösterime girmesi vesilesiyle Esquire dergisi geçtiğimiz aylarda bu iki ismi bir araya getirmiş. Son sözü sinema, gösteri ve izleyici gibi konuları tartışan ikiliye bırakalım:
“Werner Herzog: Benim yaptığım iş izleyiciye yönelik. Oysa Philippe açısından İkiz Kuleler arasında yaptığı yürüyüşe sokaktan geçenlerin tanık olmasının bir önemi yok. Bir defasında nehrin üzerinde 730 metre yükseklikten geçmiş ve ipin üzerinde dans etmişti. Onu yalnızca sürüsünü otlatmakta olan bir çoban uzaktan fark edebilmiş. Köye dönüp polislere haber vermiş. Motorsikletle olay mahalline döndüklerinde ise ortada ne Philippe ne de ip varmış.
Phillippe Petit: Ama en azından inekler bunu hatırlıyor.”
(Taraf gazetesinde 23.01.2009 yayınlanmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder