Geçtiğimiz günlerde Yeni Dalga sinemasının gölgede kalmış bir başka ismiyle, László Szabó ile yapılmış bir söyleşide rastladım adına... 1960’larda Jean-Luc Godard’ın bir çok önemli filminde rol alan Macaristan doğumlu oyuncu, Yeni Dalgacılarla görüşmeye devam edip etmediği sorulduğunda şöyle yanıt veriyordu: “Gordard’ı rahatsız etmek istemem, yılda bir kez telefonlaşırız. Şimdi hatırladım, Jean Douchet önümüzdeki günlerde 80 yaşına basacak, kendisini arayacağım”. Hoş bir tesadüf eseri, Douchet’nin yazdığı Yeni Dalga kitabını okumayı yeni bitirmiştim. Özgeçmişine baktım, 19 Ocak 1929’da doğmuştu. Takvime not etmişken, araya başka konular girdi ve portre biraz gecikti. Ancak sonuçta ortada haber değeri taşıyan bir unsur yok. Amacımız, kendisine Türkçe okurlara tanıtırken, geçmişten ilginizi çekeceğini umduğum kesitlere yer vermek.
Öncelikle uzun meslek hanesinden başlayalım: sinema yazarı, oyuncu, yönetmen, öğretmen, film gösterimleri düzenliyicisi ya da kısacası sinemasever... Cahiers du cinéma dergisinde sinema yazıları yazan Jean Douchet, derginin diğer yazarları Chabrol, Godard, Rohmer ve Truffaut gibi, kendisini Yeni Dalga akımının içinde buldu. Akımın öncüsü sayılan iki filmde küçük bir rolü vardı üstelik: 400 Darbe (Jean-François Truffaut, 1959) ve Serseri Aşıklar (Jean-Luc Godard, 1960). 1962’de kısa filmi Le Mannequin de Belleville ile o da akımın yönetmenleri arasında katıldı. Yeni Dalgacıların Paris’e farklı bir gözle baktıkları veda şarkısı Paris vu par... (1965) adlı çok yönetmenli filmde onun da bir bölümü vardı. Daha sonra televizyon için belgeseller yönetti.
Ünlü sinema okulu IDHEC’de ders verirken, bir yandan Alfred Hitchcock (1967), Sevme Sanatı (1987) ve Yeni Dalga (2004) bir dizi önemli kitaba imza attı. Halen Cahiers du cinéma’da DVD eleştirileri yazıyor. Bu eleştirileri içeren kitabı geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Ayrıca, uzun yıllardır Paris’teki çeşitli sinemalarda geniş bir yelpazede film gösterimleri düzenliyor ve bu filmleri izleyicilerle birlikte tartışarak çözümlüyor. Yaklaşık 50 yıldır dünyanın dört bir yanında sinema sevgisinin yaygınlaşmasına katkıda bulunuyor. Bu arada, bir başka ünlü sinemasever Henri Langlois’yı andıran dev cüssesiyle ara sıra da olsa filmlerde görünmeye devam ediyor. Yakın dönemde rol aldığı filmler arasında Kraliçe Margot (Patrice Chéreau, 1994) ve Sitcom (François Ozon, 1998) sayılabilir.
Douchet’yi anma nedenimiz, yalnızca bir sinemaseveri tanıtmak değil.1966’de ziyaret ettiği İstanbul’da katıldığı bir açıkoturumda konuşulanlar, Türkiye’de sinemanın durumuna ilişkin önemli ipuçları içeriyor. Sinematek Derneği’nin düzenlediği açıkoturuma Jean Douchet’nin yanısıra, Giovanni Scognamillo, Tuncan Okan, Rekin Teksoy, Duygu Sağıroğlu, Hasan Akbelen ve Onat Kutlar katılmış. Yeni Sinema dergisinde (Sayı 2, Nisan-Mayıs 1966) yayınlanan açıkoturumda, Douchet’ye ilk olarak azgelişmiş bir ülke olarak Türkiye’de sinemanın durumu soruluyor. Buna karşılık Türkiye’de yılda kaç film üretildiğini soran yazar, 220 yanıtını alınca şunları söylüyor:
“Fransa'da 100 tane bile yapmıyoruz. Bu yıl 100'e erişemedik, öyleyse, sinema alanında gerçekten az mı gelişmişsiniz ? Sorun burada. Sinema alanında sanat yönünden gelişmedik diyorsunuz. Olabilir. Gerçekten bugüne dek kültür bakımından önemli bir Türk eseri tanımıyorum. Ancak bu önemli Türk filmi yoktur demek değildir. Yalnızca, yaygın değildirler. ... Ben, hiçbir zaman sizi sinema açısından az gelişmiş saymıyorum. Yalnızca, belli bir uluslararası düzeye gelmemiş olarak görüyorum ki bu da aynı şey değildir. .... Gerçek sorunların ekonomik ya da malî olmayıp töresel, hattâ kişisel veya ruhbilimsel olduklarını sanıyorum. Sorunu ortaya koyuş şeklinizden bir sinema sanatı yaratmayı başarmakta kendi kendinizden kuşkulu olduğunuzu seziyor ve bunda biraz da sizi suçlu buluyorum.”
Bu yanıtın ardından açıkkoturum ağırlıklı olarak sinemacıların ve yazarların Türkiye’de eğitim ve sansür gibi engellerden söz ederek sinema yapmanın zorluklarını anlatması ve Douchet’nin bunlara tek tek yanıt vermesiyle sürüyor. Douchet gereksinin duyulan gücün ülkede bolca mevcut olduğuna dair saptamaları ne yazık ki yeterince ikna edici olmuyor. Bu açıkoturumda konuşulanlar, bana Türk sinemasıyla ilgili süregiden tartışmaları anımsattı. Engelleri sürekli kendi dışında ararken, başarıyı da yurtdışındaki kabulle ölçme yaklaşımı halen sürüyor.
Portreyi bir kez daha Jean Douchet’nin sözleriyle tamamlayalım. Bu kez Framework dergisindeki söyleşisinden. Soru, Douchet’nin üç farklı karakteri (izleyici, sinemasever ve eleştirmen) arasındaki ilişkiyle dair:
“Bu üç karakter birbiriyle uyum içerisinde olmayabilir, hatta çatışabilir. En mutlu durum izleyicilik, en zoru eleştirmenlik, en tehlikelisi ise sinemaseverlik. Zira, insanının beğenileri bir alışkanlık durumuna gelebiliyor, ya da kişi kendisini sinemayla ilgili ritüel ve törenlerin büyüsüne kaptırabiliyor (...) İnsanın her zaman duygularını başkalarıyla paylaşması gerekir; işte bu yüzden konuşuyoruz, muhabbet ediyoruz. Bu noktada sinemaseverliğe özgü bir grup davranışıyla karşılaşıyoruz. Bu, sinema izleyicisi olmanın vazgeçilmez koşulu. Eleştiri yazmak, gazeteler ve sinema dergileri geleneği, işte bu paylaşım isteğinden doğmuştur.”
(Taraf gazetesinde 30.01.2009'da yayınlamıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder