29 Nisan 2007 Pazar

Dokunuyorsa size...


Laura Mulvey, “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” (Visual Pleasure and Narrative Cinema) başlıklı ünlü makalesine başlarken, izlemekten duyulan haz ile film çözümlemesi arasındaki bağlantıya değinir: “Güzeli ya da hazzı çözümlemenin onu yokettiği söylenir. Bu makalenin niyeti de bu.” Sinema araştırmalarının belki de en çok referans verilen bu makalesiyle ilgili tartışmalarda, film çözümleyen kişinin alacağı tutum ve haz meselesine de sıklıkla değinilir. Özellikle de, toplumsal bilimlerde kuramın sonunun geldiğini savlayanlar hazzın izleme eyleminin ayrılmaz bir parçası olduğunu belirterek, mesafeli bir konuma karşı çıkarlar.

Bunları bana düşündüren, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinin hazırladığı Çok Tuhaf Çok Tanıdık: Vesikali Yarim Üzerine (Metis Yayınları, 2005) kitabında yer alan Lütfi Akad söyleşisi oldu. Söyleşide, Ali Karadoğan’ın filmleriyle ilgili sorduğu ayrıntılı sorular karşısında sıkılganlığını gizlemeyen usta şöyle der: “Ne yapacaksınız bunları siz? Filmi seyredin, dokunuyorsa size, kalbinize dokunuyorsa o kadarla yetinin. O güzel bir şey. Ama didiklediğiniz zaman filmi bozarsınız. O şey kalmaz sizde, tadı kalmaz.” (s.131)

3 yorum:

Faruk Gençöz dedi ki...

Filmden tad almaksa sadece mesele, beynimizin diğer hayvanlardan daha gelişmiş üst kademelerini fazla kullanmayacağız demektir. Çoğu insan zaten sadece bunu yapıyor. Tadını hatırladığı filmden entellektüel boyutta kendi hayatına veya çevresindeki dünyaya uyarlayabileceği bir anlam çıkartmayı reddediyor. Böylece kendine, dünyaya ve sanata uzak kalmayı yeğliyor.

Halbuki ortaya çıkan eserden alınan tad, bizim için dünyayı ve kendimizi keşfetmemiz için büyük bir şans. Alınan tad bir son değil, yeni bir entellektüel yolculuğun başlangıcı olmalı. Bize (acı veya tatlı) tad veren filmin en ince noktasına kadar didik didik edilmesi ilk tadın ötesinde yepyeni tadlar kazandırabilir.

Ancak bu işleyiş, filmi üreten kişi için hiç geçerli olmayabilir. Eser, psikolojik bir çatışma yaşayan kişinin psikolojik bir çözüm önerisidir. Eser sahibi bu çözümü kendi bulduğu benzersiz yolla ortaya çıkarmayı tercih etmiştir. Kendisinin bu tercihini başka bakış açılarına ve boyutlara doğru zorlamak, eser sahibinin kendine verdiği değeri zedeleyebilir.

clem dedi ki...

Sevgili Lütfi Akad'ın söylediğini özellikle "aşırı okuma"lara karşı hepimiz biraz hissetmişizdir sanıyorum. Ama Walter Benjamin'in Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction'ında inanılmaz bir analojiyle belirttiği gibi geçmiş sanatlar nasıl büyü yapmaya benziyorsa, sinema da biraz cerrahlığa benziyor. Murat Gülsoy da yine biraz aynı analojiden devam ederek Büyü Bozumu "Kurmacanın Bilinen Sırları/İhlal Edilebilir Kuralları" adını verdiği kitabında "kendini eğitmek aslında biraz büyüyü bozmak anlamına geliyor, ama başka birşey için yapıyoruz, daha iyi büyü yapmak için..." Sinemanın bu anlamda tuhaf bir sanat olduğunu düşünüyorum, orda bir kurmaca olduğunu bilseniz de bence "o size dokunabiliyor", ya da o size dokunsa da irdelemeye, üstüne düşünmeye, kurcalamaya devam ediyorsunuz evet kesip biçiyorsunuz bir kadavra gibi ama sonra daha da iyisini yapıyorsunuz. Ya da sinema sevgisi ölüsevicilik biraz da :)

Ahmet Gürata dedi ki...

Bu otopsi benzetmesi son derece yerinde. Biraz da Bazin'in 'mumya kompleksi' olarak adlandırdığı şeyi anımsatıyor. Bazin'e göre, sinemanın işlevi kayıt ettiği görüntüler aracılığıyla canlıları ölümsüz kılmaktır...