10 Mayıs 2007 Perşembe

İşlevsiz Aile


Adını anımsayamadığım bir yazarın radyo söyleşisiydi. Konuşmanın bir yerinde yazara, ele aldığı konuları soruyorlardı. “Yapıtlarınızda ‘işlevsiz aileye’ (disfunctional family) sıklıkla yer verdiğinizi gözlemliyoruz” diye yorumda bulundu sunucu. Yazar hemen itiraz etti: “Bir kere, işlevsiz aile diye bir şey yoktur. Her aile iyi kötü bir işlev görür.” Dağılıp parçalanmadığı sürece, en azından beslenme gibi temel gereksinimlerin karşılanmasını sağlayan bir ailenin, ne kadar sorunlu olursa olsun, işlevsiz olduğunu söyleyemeyiz.

Son yılların moda terimiyle ‘işlevsiz aile’ farklı çeşitleriyle sinemanın da gözde konularından biri. İngiliz sinemasının bu anlamda giderek bir tür oluşturduğunu bile söyleyebiliriz. Bu tarz filmlerin en iyilerin biri olan Meantime’da (Mike Leigh, 1984) rol olan iki ünlü oyuncunun yıllar sonra arka arkaya çektikleri filmlerde, Nil by Mouth (Gary Oldman, 1997) ve The War Zone (Tim Roth, 1999) bu konuyu ele aldıklarını görmek şaşırtıcı olmasa gerek.

Amerikan bağımsız sineması da, özellikle ‘baby boom’ kuşağı üzerinden bu konuya eğilmeyi sürdürüyor. Sinemalarda gördüğümüz Mürekkepi Balığı ve Balina’nın (The Squid and the Whale) (Noel Baumbach, 2005) ardından, festivallerde izleme fırsatı bulduğumuz Elde Makas Koşmak (Running With Scissors) (Ryan Murphy, 2006) ile işlevsiz aileyi çocukların gözünden perdeye taşıyor. Her iki filmde de, anne ve babanın ayrılığıyla göreli bir özgürlük ortamıyla tanışan çocuklar mutsuz oluyor ve ebeveynlerini suçluyor. Bu filmlerin temel yaklaşımı ise, Catherin Mathelin’in Freud’a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu (Kitap Yayınevi, 2003) kitabında ele aldığı biçimiyle “yasaklamanın yasaklanmasının” yol açtığı sorunların sergilenmesi. İtaat anlayışıyla yetişen 68 kuşağının, çocuklarına her konuda eşitmiş gibi davranmaları, onları kendileriyle bir tutmaları, bizzat kendilerinin çocuklaşması farklı bir kuşağın yetişmesine neden oldu. İşte bu kuşağın üyeleri olan yönetmenler, bizlere çocuk gibi davranan ebeveynlerin ve bir yol gösterici eksikliğinin yarattığı özel durumu anlatıyorlar. Bu filmlerin temel sorunuysa, çocukların tehlikeli olanı yapmalarına izin vermeyecek ebeveynlere duyulan arzunun güçlü bir biçimde hissedilmesi.

Geçtiğimiz günlerde gösterime giren Küçük Günışığım (Little Miss Sunshine) (Jonathan Dayton, Valerie Faris, 2006) yine bir türden bir aile konusuna değiniyor. Ancak ortada ne boşanmış bir çift var, ne de bildiğimiz türden bir çekirdek aile. Çeşitli nedenlerden dolayı büyükbaba ve dayı da evin konukları arasında. Aile, küçük kızları Olive’in katılacağı bir güzellik yarışması nedeniyle California’ya yolculuk etmek zorundadır. Elbette her yolculuk gibi, bu aynı zamanda bir içsel yolculuk ve yüzleşmedir.

Son derece sağlam bir senaryo üzerine kurulmuş olan film, alışılageldik işlevsiz aile ya da yolculuk filmlerinden bir çok noktada ayrılıyor. Nietzsche hayranı erkek çocuk Dwayne, tıpkı bir boşalma anında belirttiği gibi, ailedeki “parçalanma, iflas, intihar” vb. sorunlar nedeniyle mutsuz olduğunu düşünmektedir. Durumun farklı olduğunu filmin sonlarında anlayacaktır. Kaldıkları motelde yan odadaki anne babasının tartışmasını duymamak için açtığı televizyonda karşısına çıkan Bush belki de bunun bir işaretidir. Bu tuhaf görünen ailenin kendi dışlarındaki ‘korkunç’ dünyayla tanışmaları ise finaldeki güzellik yarışması sahnesiyle verilir. 6-7 yaşlarındaki çocukların adeta ‘pornografik’ bir şova dönüşen yarışmalarında, Olive’in büyükbabasıyla birlikte hazırladıkları gösteri müstehcen bulunur. Filmde, son derece keyifli biçimde gözümüze sokmadan gösterilen Amerikan toplumunun yüzlerinden biridir bu da.

Küçük Günışığım’ın bizlere gösterdiği temel gerçek ise, günümüzde işlevsiz olanın birilerinin öne sürdüğü gibi (ister çekirdek olsun, ister geniş) aile değil, tıpkı diğer devletler gibi ABD olduğudur.


Son bir not da En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar’ını alan Alan Arkin üzerine: Bir oyuncu filmdeki 30-40 dakikalık varlığının ardından, yokluğuyla ancak bu kadar göz doldurur.

1 yorum:

gadjo dedi ki...

ahmet merhaba,
ne zamandır 'güle güle oturun'a geleceğim, ancak fırsat oldu. bu arada okunacak epeyce yazı birikmiş. buraya daha sık uğrayacağız demektir...
blogunuz hayırlı uğurlu olsun.
hurmetler,