9 Mayıs 2009 Cumartesi

işçi sınıfı cennete mi gitti?

Basit bir soruyla başlayalım: En son ne zaman bir filmde fabrika gördük? Hadi kolgücüne dayalı emeği bir tarafa bırakalım, beyazperdede büroda çalışan birileriyle en son ne zaman karşılaşmıştık? Aklınıza belki tekil örnekler gelebilir. Ancak, dönüp geriye baktığımızda, yakın dönemde emeğin sinemada cinsellikten bile daha müstehcen sayıldığını ve açıkça gösterilmekten kaçınıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Çağımızın ‘farklı’ düşünürlerinden Slavoj Zizek, Hollywood filmlerinde emek süreciyle karşılaştığımız yegane ânın James Bond tarzı aksiyon filmlerinde, kahramanın kötü adamın gizli karargâhına girdiği sahne olduğunu söylüyor. Uyuşturucu ya da kitle imha silahı üretimi gibi yasadışı işlerin yapıldığı bu işlikte, kahraman genellikle yakayı ele verir.  İzleyiciler, üretim sürecinin adeta toplumcu gerçekçi bir sunumuna tanıklık ederken, kahraman da zincirlerinden kurtulmayı başarır. Filmin sonunda, kötülüklerin kaynağı olan bu karargâh Bond tarafından havaya uçurulur ve işçi sınıfının olmadığı tüketim cennetine geri dönülür.

Üretim sürecinin ancak karanlık dehlizlerde ya da yeraltında gerçekleştiği bu fantezinin örneklerine Metropolis’ten (Fritz Lang, 1927) bu yana pek çok filmde rastlıyoruz. Peki emeğin sinemadan bu derece silinmesine ya da kötülükle özdeşleştirilmesine neden olan nedir?

Evet, Batı toplumlarında hizmet ve finans sektöründeki büyüme gözle görülür nitelikte (bu büyümenin son ekonomik krizdeki rolünü unutmamak gerek). Ancak, kullandığımız ürünleri üreten ya da yaşadığımız ortamları yaratanın makinalar olduğunu söyleyemeyiz.

Bu çerçevede, iki önemli dönüşümden söz edebiliriz: Üretim süreci ağırlıklı olarak işgücünün ucuz olduğu çevre ülkelere kayarken, gelişmiş ülkelerdeki üretim ve hizmetler de ‘göçmen işçiler’ tarafından yerine getiriliyor. İşte bu nedenle, emek sinemada olduğu gibi yaşamda da kamunun gözü önünden giderek siliniyor.  Üstelik yalnızca bu dönüşümün yaşandığı gelişmiş ülkelerde değil, ucuz işgücü sunan ülkelerde de, üretim süreci insanların gözünden uzakta gerçekleştiriliyor. Devletin, işçileri Taksim’e sokmama ya da yalnızca makul bir sayıyla kabul etme ısrarında bu türden bir gözönünden silme girişiminin izleri yok mu?

Peki bütün bu gelişmelerin sonucu nedir? Özellikle gelişmiş ülkelerde, eleştirel söylemde ‘işçi’ kavramının yerini giderek ‘göçmenliğe’ bıraktığına tanıklık ediyoruz. Bunun anlamı, artık sınıf ve sömürü sorunun, kültürel uyum ya da hoşgörü gibi temalara indirgenmesi.

İşte tam da bu nedenle, popüler sinemada emekçilerin yerini aldığını gözlemlediğimiz göçmen işçileri de hiç çalışırken görmüyoruz. Yaşadıkları topluma kültürel açıdan uyum sağlamakta zaman zaman zorlanan ve dışlanan bu göçmenler, filmlerin sonunda nedense hep gösterişli, etnik müzikli düğünlerle çok-kültürlü dünyamızın birer parçası oluveriyorlar. Romeo ve Juliet tarzı kültürler arası aşk hikâyesi ya da etnik/ulusal kalıp yargıların konu edildiği ‘Yunan/Türk/Hint Düğünü’  filmlerinde, başlangıçta ayrı gibi gözüken kimlikler kolayca buluşuyor.

***

Ankara ve İstanbul’da bugün sona erdikten sonra Türkiye’yi dolaşacak olan Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, bizlere yaşamın popüler filmlerde sunulandan ne derece farklı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Sinemadan silinmeye çalışılan emeği tüm doğallığıyla perdeye taşırken, Hollywood’un pervasız böbürlenme hikâyelerinin dışında, başka bir dünyanın ve sinemanın mümkün olduğunu gösteriyor.

İşçi Sınıfı Cennete Gider (Elio Petri, 1971) filminde olduğu gibi, duvarların yıkıldığı bir dünyanın düşünü kurduran hikâyeler anlatıyor festivaledeki filmler. Bu hikâyelerin gücü yüksek perdeden anlatılmamasından kaynaklanıyor. Tıpkı, John Berger’in “Duvarlara Karşı Durmanın On Yolu”nda belirttiği gibi: 

Yoksullar arasında hikâye anlatmanın sırrı, hikâyelerin başka yerlerde de dinlenmesiyle, belki de birisinin ya da birilerinin hayatın anlamının ne olduğunu hikâyeciden ya da hikâyenin kahramanlarından daha iyi bileceği inancından kaynaklanır. Muktedirler hikâye anlatmaz: Böbürlenme hikâyenin zıttıdır ve anlatı ne denli yumuşak olursa olsun, pervasız olmalıdır; günümüzde muktedirler tedirginlik içinde yaşar”
  (çev. Beril Eyüboğlu, Kıymetini Bil Herşeyin).

 (Taraf gazetesinde 7.05.2009'da yayınlanmıştır)

Hiç yorum yok: