12 Mart 2009 Perşembe

bazı filmler bekler bazı yaşları

Daha önce izleyip beğenmediğiniz bir filme, ikinci izleyişinizde hoşgörüyle yaklaştığınız, dahası görüşünüzü tamamen değiştirdiğiniz oldu mu? Eğer bu soruya ‘evet’ diye yanıt veriyorsanız, bu konuda yalnız olmadığınızı duymak belki içinizi bir parça rahatlatacaktır. Ne de olsa, filmler de insanlara benzer: ilk izlenimler yanıltıcı olabilir, ikisinin de değerini anlamak için daha yakın bir ilişki kurmanız gerekebilir.

Sinema yazarı Nicole Brenez, Roberto Rosselini’nin filmi Stromboli (1949) ile kurduğu kişisel ilişkiden hareket ederek, sonradan sevilen filmleri ‘Strombolivari’ olarak nitelendirmiş. Filmdeki yanardağ imgesini anımsatan Brenez, ilk izleyişte hoşa gitmeyen filmlerin tadına varabilmek için kimi zaman dağa tırmanmak gerektiğini söylüyor.  Elbette, Rosselini’ninkinin yerine istediğiniz film adını yerleştirmek size kalmış. Dilerseniz, ‘Kanevari’, ‘Personatarzı’ vb. diyebilirsiniz bu tarz filmlere.

Gerçekten de kimi zaman bir filmle ilgili yargılarımız sinema tarihçilerinin ve eleştirmenlerinkiyle çelişir. “Benim anlamadığım ne var bu filmde?” diye sorarız. Ancak, film bir türlü yakamızı bırakmaz. Rahatsız olsak da, bizi çeken bir yan vardır onda. Bir sahne ya da bir oyuncu... Bu çağrıyı uzun süre yanıtsız bırakamayacağınızı hisseder, yeniden döneriz o filme...

İnternetteki sinema yazının sevilen isimlerinden Girish Shambu, bu durumu sorgulayarak tartışmaya açmış. Önce, bir filmden neden hoşlanıp hoşlanmadığımızın nedenlerine ve buradan çıkarılacak derslere değinmiş:

“1) İzleme deneyimimiz, filme ve onun estetiğine bağlı olarak kendi konumumuzla – yaşamda hangi noktada olduğumuzla – yakından ilişkilidir; 2) İlk kez izlediğimizde hayal kırıklığı yaratan ya da beğenmediğimiz filmleri yeniden izlemeli ve bunu farklı değerlendirme ölçütlerini de dikkate alarak, yapıtla mücadele arzusuyla  – hatta hevesiyle – yapmalıyız; 3) Bir sanat yapıtı karşısında karşılaştığımız direnç, kimi zaman yararlı ve anlamlı olabilir.”

Girish’in bu konuda açtığı tartışmaya, Jonathan Rosenbaum’dan Miguel Marias’a bir çok eleştirmen yanıt vermiş. Usta eleştirmenler, ilk izlediklerinde hazır olmadıkları, ancak zamanla anlayıp sevdikleri filmler konusunda itiraflarda bulunmuşlar. Tahmin edebileceğiniz gibi listede bir çok klasik film de yer alıyor.  

Bu keyifli soruşturma ve tartışma, bana Behçet Necatigil’in Açık şiirindeki ünlü dizesini anımsattı: ‘çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları’... Nitekim, konuya benzer bir açıdan yaklaşan Adrian Martin, Rosselini, Dreyer, Sukorov ve Tarkovsky gibi yönetmenlerin ‘bazı yaşları beklediğini’ belirtiyor. Martin’e göre, bu filmlerin ortak noktası – farklı açılardan da olsa – din, inanç ve ruhanilik gibi konular. İnançlı olmayan bir sinemasevere bu filmlerin başlarda din propagandası gibi gelebileceğini kaydeden Martin, filmlerin ancak zamanla – çoğunlukla da dinle alakası olmayan bir akıl yürütmeyle – anlamlandırabileceğini ifade ediyor.

Peki nedir bir seyircinin, sonradan sevebileceği bir filme, ilk izleyişte soğuk yaklaşmasına neden olan? 

Kimi zaman ele alınan konuya (cinsellik, din vb.) bir türlü yakınlık duymayız. Ya da, konu ilginizi çekmemize karşın, filmin üslubunu yadırgarız, alışkanlıklarımıza uymaz. Kimi zamansa, anlatım didaktik ya da ‘kör gözüm parmağına’ gelebilir. Filmin öncesinde duyduklarımız, hakkındaki beklentilerimiz de yeri gelir filmin aleyhine işleyebilir.

Bazense filmin süresi katlanılmaz olur, iki saati aşkın bir süre koltuğa çakılı kalmak bizleri yorar. Ya da içinde bulunduğumuz mekan (sinema salonu ya da ev), izlediğimiz ekran ya da ses düzenidir rahatsızlığımızın kaynağı. Filmi birlikte izlediklerimizin (örneğin dostunuz ya da sevgiliniz) bile olumlu ya da olumsuz katkıları olabilir deneyimimiz üzerinde. 

Elbette, bu konudaki yargılarımızın zaman içinde değişme olasılığının oldukça düşük olduğunun farkındayım. Ancak, eğer izleme deneyimlerimizin bizi farklı bir noktaya götürdüğüne inanıyorsak, bazı filmlere ikinci bir şansı tanımak gerekir diye düşünüyorum. 

Böyle bir yazıyı kişisel örneklerle bitirmeden olmaz. Benim sonradan sevdiğim filmlerin başında ise Tutulma (L’Eclisse, M. Antonioni, 1962) yer alıyor. Son sahnesine bir türlü anlam veremediğim Tutulma, onca ‘ağır filmden’ sonra ikinci izleyişte çarpıcı geldi. Tarkovski’nin çoğu filmiyle de benzer bir ilişkim olduğunu, bazısından 10 dakika arada çıktığımı itiraf etmeliyim. Beni bu filmlere yeniden çeken ise, yapıtları arasında farklı bir yerde durduğunu düşündüğüm Andrei Rublev (1966) ve Chris Marker’ın yönetmeni konu alan Andrei Arsenevitch’in Yaşamında Bir Gün (2000) filmi oldu. 

(12.3.2009'da Taraf gazetesinde yayınlanmıştır)

Hiç yorum yok: