31 Ocak 2009 Cumartesi

Turhan Bey


NTV Tarih Dergisi ilk sayısında (Şubat 2009) Hollywood egzotik yıldızlarından Turhan Bey'le yapılmış bir söyleşiye ve Sevin Okyay imzalı bir portreye yer vermiş. 
Bugün 86 yaşında olan ve Viyana'da yaşayan oyuncuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz, Nezih Erdoğan'ın yazısını şiddetle öneririz:

“‘Turhan Bey’i takdim ederiz’”, Geceyarısı Sineması 4 (Bahar 1999), s. 37-45.

Biz, Turhan Bey'le yapılan söyleşiden tadımlık bir bölümle yetinelim: 

Yıldızlığa giden yol uzun bir yoldu. Küçük bir rol aldığımda gayet memnun oluyordum. Universal’la sözleşme yaptıktan sonra yıldız oldum. İlk kez bir romantik komedi filmi olan Sudan’da (1954) başrol oynadım. Ama Nicole Kidman çok güzel açıkladı bu yolu: ‘Eğer küçük bir kızken bilseydim neler olacağını, hayatımı tamamen başka türlü yönlendirirdim’ dedi büyük bir alçakgönüllükle...

Turhan Bey, geçmişiyle ilgili şu yorumda bulunuyor: "Star olmak istiyordum ama star olmanın sorumluluklarını taşımak istemiyordum".

Bir dönemin ünlü yıldızı, 1940'ların sonunda kariyerinin nasıl yön değiştirdiğine ilişkin de ipuçları veriyor söyleşisinde. 18 ay süren askerliğinden önce oynadığı son film A Night in Paradise’dır (Arthur Lubin, 1946). Askerlik dönüşü Universal Stüdyolarından ayrılır. Pepe le Moko filminin yeniden çevrimi olan Casbah'da (John Berry, 1948) kendisine bir rol teklif edilir. Pepe le Moko'nun peşindeki polis şefi Süleyman: "Kısa, şişman, yağlı, patlak gözlü, oryantal bir tip. Bu ben mi olacağım? Büyük aşığı oynuyordum o zamanlar ve rolü reddettim. Eğer bu rolü almış olsaydım, bugün hâlâ yıldızdım. Büyük bir hataydı; çok güzel bir roldü." diye anlatıyor Turhan Bey. Rolü Avusturya-Macaristan doğumlu ünlü oyuncu Peter Lorre üstlenir. "Sanırım o rolü ben de oynayabilirdim, Peter Lorre kadar iyi değil, ama oynayabilirdim. Hatalar yaparız bazen". 

1948-1953 yılları arasında bir kaç filmde rol alan Turhan Bey, daha sonra Hollywood'da kopar. Ta ki, 1993 yılında David Guest’in davetiyle ABD'ye gidip beş yıl süreyle televizyon dizilerinde rol alıncaya kadar.

Son olarak Ülkü Tamer'in dizlerine yer verelim:

Nerde o artistler, Gene Autry nerde,

Nerde Wallace Beery, Lorelle Hardi,

Dev Adam, Turhan Bey, Maria Montez.

Ama nerde bıldır yağan kar şimdi,

 

Gelmez Uzak Batıya Gary Cooper gibisi,

Ağzında saman çöpü, içinde tozlu bir kuş,

Tabancasını çekip iyi kalpli bakardı

Babaların babası Aslan Yürekli Çavuş,

“Virgül Sinemada”, Virgülün Başından Geçenler (1965)

Not: Turhan Bey ile ilgili olarak internette gezinirken, ünlü oyuncuya çocuk yaşlarda aşık olan bir hayranın kendisiyle yıllar sonra nasıl temas kurduğuna ilişkin ilginç bir internet günce yazısına rastladım.

30 Ocak 2009 Cuma

Jean Douchet 80 yaşında

Geçtiğimiz günlerde Yeni Dalga sinemasının gölgede kalmış bir başka ismiyle, László Szabó ile yapılmış bir söyleşide rastladım adına... 1960’larda Jean-Luc Godard’ın bir çok önemli filminde rol alan Macaristan doğumlu oyuncu, Yeni Dalgacılarla görüşmeye devam edip etmediği sorulduğunda şöyle yanıt veriyordu: “Gordard’ı rahatsız etmek istemem, yılda bir kez telefonlaşırız. Şimdi hatırladım, Jean Douchet önümüzdeki günlerde 80 yaşına basacak, kendisini arayacağım”. Hoş bir tesadüf eseri, Douchet’nin yazdığı Yeni Dalga kitabını okumayı yeni bitirmiştim. Özgeçmişine baktım, 19 Ocak 1929’da doğmuştu. Takvime not etmişken, araya başka konular girdi ve portre biraz gecikti. Ancak sonuçta ortada haber değeri taşıyan bir unsur yok. Amacımız, kendisine Türkçe okurlara tanıtırken, geçmişten ilginizi çekeceğini umduğum kesitlere yer vermek.

Öncelikle uzun meslek hanesinden başlayalım: sinema yazarı, oyuncu, yönetmen, öğretmen, film gösterimleri düzenliyicisi ya da kısacası sinemasever... Cahiers du cinéma dergisinde sinema yazıları yazan Jean Douchet, derginin diğer yazarları Chabrol, Godard, Rohmer ve Truffaut gibi, kendisini Yeni Dalga akımının içinde buldu. Akımın öncüsü sayılan iki filmde küçük bir rolü vardı üstelik: 400 Darbe (Jean-François Truffaut, 1959) ve Serseri Aşıklar (Jean-Luc Godard, 1960). 1962’de kısa filmi Le Mannequin de Belleville ile o da akımın yönetmenleri arasında katıldı. Yeni Dalgacıların Paris’e farklı bir gözle baktıkları veda şarkısı Paris vu par... (1965) adlı çok yönetmenli filmde onun da bir bölümü vardı. Daha sonra televizyon için belgeseller yönetti.

Ünlü sinema okulu IDHEC’de ders verirken, bir yandan Alfred Hitchcock (1967), Sevme Sanatı (1987) ve Yeni Dalga (2004) bir dizi önemli kitaba imza attı. Halen Cahiers du cinéma’da DVD eleştirileri yazıyor. Bu eleştirileri içeren kitabı geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Ayrıca, uzun yıllardır Paris’teki çeşitli sinemalarda geniş bir yelpazede film gösterimleri düzenliyor ve bu filmleri izleyicilerle birlikte tartışarak çözümlüyor. Yaklaşık 50 yıldır dünyanın dört bir yanında sinema sevgisinin yaygınlaşmasına katkıda bulunuyor.  Bu arada, bir başka ünlü sinemasever Henri Langlois’yı andıran dev cüssesiyle ara sıra da olsa filmlerde görünmeye devam ediyor. Yakın dönemde rol aldığı filmler arasında Kraliçe Margot (Patrice Chéreau, 1994) ve Sitcom (François Ozon, 1998) sayılabilir.

Douchet’yi anma nedenimiz, yalnızca bir sinemaseveri tanıtmak değil.1966’de ziyaret ettiği İstanbul’da katıldığı bir açıkoturumda konuşulanlar, Türkiye’de sinemanın durumuna ilişkin önemli ipuçları içeriyor. Sinematek Derneği’nin düzenlediği açıkoturuma Jean Douchet’nin yanısıra, Giovanni Scognamillo, Tuncan Okan, Rekin Teksoy, Duygu Sağıroğlu, Hasan Akbelen ve Onat Kutlar katılmış. Yeni Sinema dergisinde (Sayı 2, Nisan-Mayıs 1966) yayınlanan açıkoturumda, Douchet’ye ilk olarak azgelişmiş bir ülke olarak Türkiye’de sinemanın durumu soruluyor. Buna karşılık Türkiye’de yılda kaç film üretildiğini soran yazar, 220 yanıtını alınca şunları söylüyor:

“Fransa'da 100 tane bile yapmıyoruz. Bu yıl 100'e erişemedik, öyleyse, sinema alanında gerçekten az mı gelişmişsiniz ? Sorun burada. Sinema alanın­da sanat yönünden gelişmedik diyorsunuz. Olabi­lir. Gerçekten bugüne dek kültür bakımından önemli bir Türk eseri tanımıyorum. Ancak bu önemli Türk filmi yoktur demek değildir. Yalnız­ca, yaygın değildirler. ... Ben, hiçbir zaman sizi si­nema açısından az gelişmiş saymıyorum. Yalnızca, belli bir uluslararası düzeye gelmemiş olarak gö­rüyorum ki bu da aynı şey değildir. .... Gerçek sorun­ların ekonomik ya da malî olmayıp töresel, hattâ kişisel veya ruhbilimsel olduklarını sanıyorum. So­runu ortaya koyuş şeklinizden bir sinema sanatı yaratmayı başarmakta kendi kendinizden kuşku­lu olduğunuzu seziyor ve bunda biraz da sizi suç­lu buluyorum.”  

Bu yanıtın ardından açıkkoturum ağırlıklı olarak sinemacıların ve yazarların Türkiye’de eğitim ve sansür gibi engellerden söz ederek sinema yapmanın zorluklarını anlatması ve Douchet’nin bunlara tek tek yanıt vermesiyle sürüyor. Douchet gereksinin duyulan gücün ülkede bolca mevcut olduğuna dair saptamaları ne yazık ki yeterince ikna edici olmuyor. Bu açıkoturumda konuşulanlar, bana Türk sinemasıyla ilgili süregiden tartışmaları anımsattı. Engelleri sürekli kendi dışında ararken, başarıyı da yurtdışındaki kabulle ölçme yaklaşımı halen sürüyor.

Portreyi bir kez daha Jean Douchet’nin sözleriyle tamamlayalım. Bu kez Framework dergisindeki söyleşisinden. Soru, Douchet’nin üç farklı karakteri (izleyici, sinemasever ve eleştirmen) arasındaki ilişkiyle dair:

“Bu üç karakter birbiriyle uyum içerisinde olmayabilir, hatta çatışabilir. En mutlu durum izleyicilik, en zoru eleştirmenlik, en tehlikelisi ise sinemaseverlik. Zira, insanının beğenileri bir alışkanlık durumuna gelebiliyor, ya da kişi kendisini sinemayla ilgili ritüel ve törenlerin büyüsüne kaptırabiliyor (...) İnsanın her zaman duygularını başkalarıyla paylaşması gerekir; işte bu yüzden konuşuyoruz, muhabbet ediyoruz. Bu noktada sinemaseverliğe özgü bir grup davranışıyla karşılaşıyoruz. Bu, sinema izleyicisi olmanın vazgeçilmez koşulu. Eleştiri yazmak, gazeteler ve sinema dergileri geleneği, işte bu paylaşım isteğinden doğmuştur.”

 (Taraf gazetesinde 30.01.2009'da yayınlamıştır)

29 Ocak 2009 Perşembe

Arşivden: Potemkin Zırhlısı Türkiye’de


Farklı eleştirel otoriteler tarafından tüm zamanların en iyi filmleri arasında gösterilen Potemkin Zırhlısı’nın (Bronenosetz Potemkin, Sergey Eisenstein, 1925) dünyanın çeşitli yerlerindeki gösterimi de ayrı bir inceleme konusu olacak kadar zengin bir malzeme konusu içeriyor. 1905 Devrimi’nin 20. yıldönümünü yetiştirilmek üzere hazırlanan filmin ilk gösterimi devam ederken, Eisenstein filmin son bobinlerini gösterime hazırlamaktadır. Sonunda filmin kalan parçaları motorsikletle sinema yetiştirilir. Film, Moskova’da ilgiyle karşılansa da, aynı dönemde gösterime giren Douglas Fairbanks’li Bağdat Hırsızı’nın (Raoul Walsh, 1924) gölgesinde kalır (Art That Shook the World: Eisenstein’s Battleship Potemkin, Andrew Graham-Dixon, 2001, televizyon programı).

1926’da farklı Avrupa ülkelerinde dağıtılan Potemkin, bir dizi yasak ve sansür girişimiyle karşılaşır. İngiltere ve Fransa’da yasaklanan film, Almanya’da engellerle karşılaşır. 1933’de nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesiyle tamamen yasaklanır. İngiltere’de 1926 genel grevi nedeniyle kaygı uyandıran film, 1954 yılına kadar yasaklı kalır. Eisenstein ve filmleri Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde de çeşitli engellerde karşılaşacaktır. Bütün bu engellemeler sonucu, dünya izleyicisi Potemkin ile ancak 30 yıl sonra 1950’lerin ortalarında tanışacaktır.

Türkiye’deki sinemaseverler ise, dünya sinemasının bu önemli klasiğiyle tanışmak için bir süre daha bekleyeceklerdir. 1960’lara kadar Eisenstein’in Türkiye’de gösterilen yegane filmi Alexander Nevski’dir (1938). Film, Şimal Hücum Taburu adıyla gösterilir (Onat Kutlar, Sinema Bir Şenliktir, Can Yayınları, s. 31). Tahmin edilebileceği gibi, uzun yıllar boyunca Sovyetler Birliği’nden getirilen filmler, Film Kontrol Komisyonu tarafından çeşitli engellerle karşılanmaktadır.

1966’da film gösterimlerine başlayan Sinematek Derneği, önemli yapıtları izleyiciyle buluşturmayı hedeflemektedir. Dernek, 1967-68 sezonunu Potemkin Zırhlısı’yla açmaya karar verir. Aylar öncesinden hazırlıklara başlanır. Filmin gösterim tarihi bile ilan edilir. Ancak işler planlandığı gibi gitmez. Gerisini, Yeni Sinema dergisinden okuyalım:

Türk Sinematek Derneği kurul­duğu 1965 yılından bugüne ka­dar, göstereceği filmleri sağla­mak konusunda «Potemkin Zırhlısı»nda olduğu kadar güç ve heyecanlı günler geçirmemişti. Geçen yıllarda birkaç kere ilân ettiği filmleri çeşitli neden­lerle gösterememe durumunda kalan Sinematek (iki yıl boyun­ca gösterilen 160 ı aşkın film dışında yalnız 5 film ilân edildiği halde üyelere sunulamamıştı) 1967 - 68 döneminin daha ilk fil­minde bu gibi bir durumla kar­şılaşmak istemediği için «Bütün zamanların en iyi filmini» sağ­lamak için birkaç ay öncesinden gerekli temaslarını yapmış hat­tâ filmi göndermesini istediği Sovyet Sinematek'i «Gosfilmofond»un buna imkân bulamama­sı durumunu da düşünerek bir ikinci kaynaktan Bulgar Sinemateki'nden «Potemkin Zırhlısı»nı istemişti. Gosfilmofond'dan gelen cevapta filmin kısa bir sü­re sonra gönderileceği bildirili­yordu. Bulgar Sinemateki'nden ise cevap almayan Sinematek eylül ayında bütün kadronun ta­tile çıkmış olduğunu bilemezdi.

Bu arada günler geçiyor film hakkında en küçük bir bilgi alınamıyordu. Ekim başında, ken­disine verilmiş sözlere dayana­rak programına «Potemkin zırh­lısı»nı da katan Sinematek, daha mevsimin başında, üyelerinin iki yıldır bekledikleri ve dış ül­kelerdeki sinematek'lerde yılda birkaç kere gösterilen bu filmi (Fransız Sinemateki 1966 yılın­da Potemkin'i üç kere gösterdi) gösteremeyecek durumda bulu­nuyordu. Nihayet beklenen ce­vap Bulgar Sinematek'inden Ekim ayının ilk günlerinde elimi­ze geçiyordu. Film bir görevli tarafından otomobille yola çıka­rılmıştı. Bu demekti ki iki gün sonra elimize geçecekti. Aradan dört gün geçtiği halde filmden haber alınamamıştı. Ve Sinema­tek yöneticileri öğreniyorlardı ki, karısıyla beraber yola çıkan görevli, onun aniden apandisit krizi geçirmesiyle Sofya'ya ge­risin geriye dönüyor İstanbul'a varışı birkaç gün gecikiyordu. Bu son birkaç günlük gecikme filmin gösterilememesi demekti. Gecenin onbir'inde yalnızca adı­nı bildikleri bir başka görevliyi evinde bularak bir telefon konuşması yapan Sinematek yöne­ticileri filmin mutlaka yetiştiri­leceğini öğrenmekle rahat bir nefes alıyorlardı. Şu var ki film ellerine geçmeden bir şey söyle­nemezdi. Ama bu kez film geldi. Gösteriden bir - iki gün önce.  “Sinematek Haberleri”, Yeni Sinema 12 (Kasım 1967), s. 33.

Sinematek Derneği’nin kurucusu Şakir Eczabaşı ise aynı öyküyü biraz farklı aktarıyor ve filmin ellerine gösterime dakikalar kala ulaştığını belirtiyor:

Aslında Potemkin’i seyretmek isteyecek, istemeyecek kim varsa koştu. Böyle bir ilgi gösterilirken daha önce çok sık anlattığım öyküyü burda da anlatayım. Rusya Sinematek’i film göndermeyeceğini söyledi. Gösteriye, yani açılışa 48 saatimiz var. Kıyamet kopmuş durumda. Dünyanın en büyük filmi diyeceksin, herkes üye olacak, kıyamet kopacak, sonra da olmuyor diyeceksin. Bu mümkün değil. O akşam gittim, Onat kötü haberi verdi. ‘Mümkün değil Şakir Bey, film gelmiyor’ dedi. Aklıma bir şey geldi, o sırada Stayanov Bigor Bulgar Sinematek’inin başkanı. Ondan da film alıyoruz. Aradık. Bir de ona sorduk: ‘Sende Potemkin olması lazım. Var mı?’ Olumlu karşılık alınca, "Senden bunu 48 saat içinde aldıracağız, ama nasıl aldıracağız, henüz bilmiyoruz! Sen bunu arşivden çıkar, hep yanında dursun, evine gittiğinde eve götür. Biri gelecek, kim bilmiyoruz, ama film senden alınacak." Bigor kabul etti. Dedim ki Onat'a, "Bulgar kültür ataşesini çağır." Onat telefon etti ve ataşe geldi, Arguir Konstantinov. O sırada da iyi Bulgar filmleri var. "Bize bir iyilik yaparsan" dedim ataşeye "Sana Sinematek'te bir Bulgar Filmleri Haftası teklif ediyoruz, içinde sanatçılar ve Bigor'nun da bulunduğu altı kişilik bir grubu da İstanbul'a davet ediyoruz. Ama bir koşulumuz var: Potemkin Zırhlısı buraya 48 saat içersinde gelecek. Stayanov'a telefon ettik, film onun yanında. Ataşe ne yapacağını şaşırdı, "Ama ben hanımı bile göremem" dedi. "Görme hanımı!" dedik. Ve arabaya atladı, Sof­ya'ya gitti.

Ertesi gün beklediğimiz gibi, Kervan Sineması tıklım tıklım dolu. Çevre­deki kahvelerden durmadan iskemle taşıyoruz. Huzursuzuz. Orada sopa da yiyebiliriz... Altı buçukta başlayacak. Gösteri saati geldi, adam yok! Altı otuz beş oldu, yok... Yediye yirmi var, derken, ateşenin arabası durdu sinemanın kapısında.

Zeynep Avcı, “İstanbul Film Festivali’ne Ulaşan Yol: Onat Kutlar ve Şakir Eczacıbaşı, Sinematek Dönemini Anlatıyor”, İstanbul, sayı 9, Nisan 1994, s. 147-54.

Sonunda, film ilan edildiği üzere 16 Ekim 1967’de Sinematek Derneği’nin gösterimlerinin yapıldığı Kervan Sineması’nda izleyiciyle buluştu. Gösterimler 17, 18 ve 20 Ekim’de tekrarlandı. İzleycilere filmi daha yakından tanıtmayı hedefleyen Yeni Sinema dergisi Eylül/Ekim 1967 sayısında (sayı 10/11) Eisenstein’ın “Potemkin Zırhlısı’nın bileşiminde patetik ve organik birim” başlıklı yazısına (çev. Giovanni Scognamillo) yer verdi.

Peki bu heyecanlı bekleyişin ardından izleyiciler filmi nasıl karşıladı?

ŞAKİR ECZACIBAŞI- Ve filmlerle çıktı adam. Hemen dedik ki, "Düzen­lenip makineye geçirilinceye kadar, Potemkin üstüne bir şey anlatılsın." Onat'ın aklına geldi, "Jak Şalom çıksın." dedi; "Anlatsın! Tekniğini filan..." Jak da o zaman genç bir çocuk. Çıktı sahneye o cılız sesiyle. Kimsenin bir şey an­ladığı yok! Grafik olarak filmi anlatıyor. Sahneleri nasıl düzenlenmiş. Önem­li bir şeydir aslında, ama o cılız sesle bu kadar ayrıntı... seyirci sinirlendi ta­bii. Neyse, film başladı. Böylece paçayı kurtardık, sözümüzde durduk. Seyircinin yarısı film bitinceye kadar bırakıp çıktı. Böylece dünyanın en büyük fil­minin ne olduğunu gördüler!

ONAT KUTLAR- Orada bir de şeyi yaşadık. Birdenbire biri "Rezalet Po­temkin, bu olamaz!" diye bağırdı. Gittik bulduk, adamı Sami Üstündağ mı? Soyadını şimdi yanlış söylemeyeyim, bu çocuk müzisyen bir çocuk galiba. Tabii biliyor ki, Potemkin sessiz çekilmiş. Ama bu filmde ses var! Filme sonradan müzik eklenmiş. Her tarafta öyle gösteriliyor. O da bağırıyor; "Potemkin bu olamaz, bunda ses var, 1926'da ses yoktu".

Zeynep Avcı, “İstanbul Film Festivali’ne Ulaşan Yol: Onat Kutlar ve Şakir Eczacıbaşı, Sinematek Dönemini Anlatıyor”, İstanbul, sayı 9, Nisan 1994, s. 147-54.

Potemkin Türkiye’deki sinemaseverlerle 42 yıllık bir gecikmeyle de olsa buluşmuştu. Ancak, bu göreli özgürlük havası ve sinema heyecanı uzun sürmeyecekti. 12 Mart 1971 muhtırasından, kültür ortamı da payını alacaktı. Düşünen insanlar gözaltına alınırken, her türlü sanat etkinliği de yasaklanıyordu. O dönemlerde Sinematek Derneği ile ayrı düşen Genç Sinemacılar da tutuklanınca, ellerindeki filmlerin akıbeti gündeme gelir. Filmlerin, bir bölümünü teslim alan Emine Sevgi Özdamar anlatıyor:

Biz genç sinemacıları polis toplayıp Sansaryan Hana götürünce Ece’yi (Ayhan) bir arkadaş haberdar ediyor. Gitsin Rus filmlerinin bobinlerini alsın saklasın, diye. Bu bobinler anne babamın Fener Yolu’ndaki evlerinin kömürlüğünde duruyordu. Bunlar galiba Potemkin Zırhlısı, Korkunç İvan... falandı. Ece bize gidip annemden filmleri alıyor. Bir filede Üsküdar’a kadar taşıyor. Orda bobinleri denize atıyor. (Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur, YKY, s. 26)

Bu sahne insanın aklına Orhan Pamuk’ın Kara Kitap’ında yer alan “Boğaz’ın Suları” başlıklı bölümü getiriyor. Boğaz’daki onca batık nesne arasında film bobinleri... Bir de elindeki pazar filesiyle bu bobinlerini taşıyan Ece Ayhan... Sanırım güzel bir film sahnesi olurdu. 

28 Ocak 2009 Çarşamba

atasözleri ve deyimler-3

Duvara işeyen çocuk 1) Filmin anlatısında katkıda bulunmayan ve çıkarıldığında bir eksikliğe yol açmayan karakter 2) Bir filmde izleyiciyi temsil eden ancak izleyicinin özdeşlik kurmadığı karakter.

Okuma Parçası:

1978 yapımı Kartal Tibet'in yönettiği, Yavuz Turgul'un yazdığı "Sultan" filminde çok sevdiğim bir sahne vardır. Türkan Şoray (Sultan) kendisini ‘evleneceğiz’ diye kandıran Bulut Aras’ı (Kadir) elinde silahla arar. Asya adındaki dostunun evinde olduğunu öğrenince, mahlalle halkı ile beraber evin önünde toplanır. Eve ateş açınca, Bulut Aras arkadaki pencereden kaçar.

(...)

bütün mahalleli ev önüne toplanmışken, evin arkasında, Bulut Aras’ın kaçtığı pencerenin yanındaki duvara işeyen bi çocuk vardır filmde. Bulut Aras kaçarken ‘Kaçıyoorrr... Irz düşmanı kaçıyoooorrr’ diye bağırarak işer duvara. Şimdi sorarım sevgili okurlar size, bu nasıl bir insan evladıdır böyle. Ben bu çocuğun durumunu nereye koyayım. Ne yapmaya çalışmaktadır bu çocuk, filmde ne arar bilinmez.

Çok büyük olaylar olurken mahallede, herkes evin önünde toplanmışken gidip evin arkasına işer. Gamsızın teki mi acaba bu çocuk? Biri bi eve ateş açarken arkada işemeye gitsin. Adam gibi işeyeceğine, olayların başlangıcından beri o betimlemeyi kimse kullanmadığı halde, belli ki abartarak Bulut Aras'ın arkasından "ırz düşmanı" diye bağırmaktadır. Belli ki oldukça işgüzar ve ortalığı velveleye veren bi tip bu çocuk. Ama olayın hası varken işemeyi tercih ediyor beyimiz. Bildiğin pislik bu çocuk! Bağırmasıyla ne Bulut Araş yakalanıyor, ne de bu bağırmanın filme bir etkisi oluyor... Zaten kendisi bu sahneden önce de sonra da bi daha gözükmüyor. Film içindeki en etkisiz insanlardan biri... Çıkarsan bu sahneyi filmden kimse niye böyle bi sahne yok, çocuk yok demez. Filme zerre katkısı da, yararı da yok. Ama var! Orda! Sadece kendi kendini rezil ediyor.

Film veya dizi izlerken hepimiz kendimizi ana karakterlerle özdeşleştiririz. Yakışıklı jön ve ya aktristin aşkından kendimize pay çıkarırız. Bi sürü Halit Akçatepe sinema salonuna girip Tarık Akan'ı izleyerek "Ulan aynı ben" diye iç geçiririz. Bir Halit Akçatepe olarak "ama kız da yanlış yaptı, öyle bişey denmez" diye Tarık Akan adına üzülür, onun Türkan Şoray'la olan ilişkisinden kendi Ayşen Gruda'mıza olan aşkımıza pay çıkarmaya çalışırız.

(...)

Yönetmenler, yapımcılar, senaristler de bu durumu hepimizden önce bildikleri için daha bi eziyorlar Halit'leri yapımlarında. Komik müzik diye bi s.k var. Basıyorlar onu. Genelde yan karakterlerin geçtiği sahnelerin fonunda çalan bu müziği Cenab-ı Hakk düşmanımın fonuna vermesin. Öyle bitirici bişey. Karl Marx'ın, Lenin'in arkasında çalsa, ne derse desin karşısındakiler "ulaaaaaaann, bakalım yine ne muzırlıklar planlıycaksm ehehehe, hınzır seniii" diye dinler Kuran çarpsın.

Komik karakterin zaten komikliği yetmiyormuş gibi, bi de yönetmen, anlamayanlar için "bu arkadaşı s.klemeyin pek" diyor bizlere komik müzikle. Arkadaşa bakıyoruz, aslında o "sklemeyin" denilen arkadaş biziz. Ana karakterler gibi yakışıklı ya da zengin değiller, ya Halit Akçatepe gibi biri Ya da (genellikte dizilerde karşımıza çıkan) köşkün büyük mutfağında toplanan evin ücretli çalışanları...

Umut Sarıkaya, “Bir Takım Şeylere Çok Sinirlenmiş Yazar”, Uykusuz, sayı: 2008/50, no: 67 (10.12.2008).

"inekler hatırlıyor"


Bu aralar 2008’in en iyi filmlerini sıralayan listeler gündemde. Sinema yazarları, dergiler birer birer geçen yıl en çok beğendikleri filmleri ilan ediyorlar. Bense bu türden bir sıralamaları oldukça zorlayıcı buluyorum. Göremediğim filmlere haksızlık edeceğim düşüncesinden ya da hangi filmin önde yer alacağına bir türlü karar veremediğimden. En iyi film listelerine ilişkin bir diğer kaygım da, seçim yapılan kümenin genellikle gösterime giren filmlerle sınırlı olması. Bilindiği gibi, belirgin yükselişe karşın (2008’de 270 film), Türkiye’de gösterime giren film sayısı nüfusa oranla oldukça düşük.

Bu nedenle, geçtiğimiz yıl Türkiye’de sinemalarda gösterime girmeyen ama benim ilgiyle izlediğim iki filmden söz etmek istiyorum. Bunu, bir tür kişisel ‘top iki’ olarak da düşünebilirsiniz. Bu filmlerin ikisi de, kurmaca değil belgesel. İlki James Marsh’ın Sundance Film Festivali’nde en iyi belgesel ödülünü alan İp Üstündeki Adam’ı (Man on Wire, 2008). Film, Fransız ip cambazı Philippe Petit’yi ve 1974’te Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri arasında yaptığı ip yürüyüşünü konu ediniyor. Petit, Dünya Ticaret Merkezi’nin inşasından bir gazete haberi aracılığıyla haberdar oluyor. Ve o anda bu iki kulenin arasından ip üzerinden yürümeyi hayal ediyor. “Herkesin hayallerinin somut bir nesnesi vardır, benim hayalimse daha inşa edilmemişti,” diye anıyor o günleri filmde. Sonuçta, cambazın istediği iki kazık arasında yürümek... Sözkonusu olansa dünyanın en yüksek kazıkları... Petit kulelerin inşasını sabırsızlıkla bekliyor. Yasadışı yollardan gerçekleştireceği yürüyüş için küçük bir ekiple birlikte ayrıntılı bir planlama yapıyor. Sonunda o yükseklikte 45 dakika rüzgarla dans ediyor. Kendisi farkına varmamış ama iki kule arasında tam sekiz kez gidip geliyor. Tabi ki, ipten indiğinde yasaları ihlal etmek suçlamasıyla gözaltına alınıyor. Marsh’ın filmi bu inanılmaz “gösteri”yi izleyiciye adeta bir gerilim filmi gibi aktarıyor. Petit’nin kuleler arasında yapacağı yürüyüş öncesi hazırlıklarını 34 yıl sonra yeniden canlandırıyor. 

Eleştirmen Roger Ebert’le yaptığı söyleşide Petit, hedefini şöyle özetliyor: “Amacım iki kule arasında yürümek değildi. Onların arasındaki negatif boşluktan yararlanarak, gökyüzünde ne türden bir geçici ve doğaçlama tiyatro sergileyebileceğimi keşfetmeyi amaçlıyordum. İzleyicilerim mi? Hayretten donakalanlar. Ya gösteri? Gökyözünde bir nokta.”  Bu şiirsel yorumdan da anlaşılabileceği gibi, Philippe Petit, nev-i şahsına müntasır birisi. İkiz kulelerin yıkılışı karşısında hissettiklerini ise kelimlerle ifade edemiyor. Bugün hala ip üstünde yürümeye ve jonglörlük yapmaya devam ediyor. Bir yandan da kitaplar yazıyor, dünyayı dolaşıyor. Filmi izlediğinizde bu gökyüzü şairine hayran kalacaksınız.

Sözünü etmek istediğim ikinci belgeselin ise biraz daha eski tarihli: Ayı Adam (Grizzly Man, 2005). Kahramanı yine, insanların ‘deli’ gözüyle baktıkları sıradışı bir insan. Ancak daha karmaşık bir karakter, zira gerçek kimliğini gizleyerek kendisini farklı biri olarak yeniden yaratmış. Timothy Treadwell, yaşamını Alaska’da yaşayan hayli tehlikeli bir ayı cinsinin korumasına adamış. Yılın önemli bir bölümünü onlar arasında geçiriyor ve yaşadıklarını filme alıyor. Ve ayılar arasında geçirdiği 13 yılın sonunda, trajik sonla karşılaşıyor. Tredwell ve kız arkadaşı bir ayı tarafından parçalanarak öldürülüyor. Ve Treadwell’in çektiği bu nefes kesen görüntüleri ölümünden sonra teslim alan ünlü yönetmen Werner Herzog, yakınlarıyla da konuşarak olağanüstü bir öykü anlatıyor.

Fitzcarraldo gibi filmlerin yönetmeni aynı zamanda usta bir belgeselci. Ayı Adam’da kendisini de filmin içine katarak, doğa belgesellerinden çok farklı bir öyküye imza atıyor.

Bu iki filmi yakınlaştıran yalnızca karakterlerinin özgünlükleri ve yaşadıkları nefes kesici maceralar değil. Philippe Petit ve Werner Herzog, aynı zamanda iki yakın dost. Sözünü ettiğimiz filmlerin gösterime girmesi vesilesiyle Esquire dergisi geçtiğimiz aylarda bu iki ismi bir araya getirmiş. Son sözü sinema, gösteri ve izleyici gibi konuları tartışan ikiliye bırakalım:

“Werner Herzog: Benim yaptığım iş izleyiciye yönelik. Oysa Philippe açısından İkiz Kuleler arasında yaptığı yürüyüşe sokaktan geçenlerin tanık olmasının bir önemi yok. Bir defasında nehrin üzerinde 730 metre yükseklikten geçmiş ve ipin üzerinde dans etmişti. Onu yalnızca sürüsünü otlatmakta olan bir çoban uzaktan fark edebilmiş. Köye dönüp polislere haber vermiş. Motorsikletle olay mahalline döndüklerinde ise ortada ne Philippe ne de ip varmış.

Phillippe Petit: Ama en azından inekler bunu hatırlıyor.” 

(Taraf gazetesinde 23.01.2009 yayınlanmıştır)

18 Ocak 2009 Pazar

bir portre

Pınar Öğünç, Radikal Cumartesi'de 4 Ocak'ta 73 yaşında ölen görüntü yönetmeni Çetin Gürtop'un kapsamlı bir portresini çizerken, yakınlarının anılarına da yer veriyor. Çetin Gürtop 1960'da başladığı kariyerinde 300'den fazla filmin görüntüsüne imza attı. 

16 Ocak 2009 Cuma

atasözleri ve deyimler-2

Ankarahim s. Ankara ile ilgili sıkıntılı gitme, dönme ve kalamama ilişkisini ifade eder. Bazı kesimlerce, Cumhuriyetin kuruluş yıllarını ifade etmek için de kullanılır. Salman Rushdie’nin Ground Beneath Her Feet kitabında geçen “Wombay” (Bombay/Mumbai; womb: rahim) sözcüğünden esinlenerek türetilmiştir.

Örnek: Yüzbaşı Seyfi Hilda’ya şöyle seslenir:

“Ankara’nın güzelliğini de bence, kuru ve sert havasıyla, zaman zaman patlayan fırtınaları yapar Frolayn!... Siz şehrin çok sakin günlerine rastladınız! Bir de onu kızmış, ufukları fırtına ve şimşeklerle dolmuş bir halde görseniz, bayılırsınız, ayrılmak istemezsiniz Ankara’dan!... Tıpkı sevdiği kadına, yalnız gururu, beyni ile değil, biraz da adalesinin kudret ve ihtişamıyla sahip olmak isteyen bir erkeğe benzer Ankara!...”

Esat Mahmut Karakurt, Ankara Ekspresi, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1961, 5. Baskı, s.94-95.

 

atasözleri ve deyimler-1


Orson Welles’in Joseph Cotten’ı olmak s. 1) Hayatta hep başrol oyuncusuna eşlik eden yardımcı oyuncu rolünde olmak. 2) Birinin kirli işlerini yapmak.

Örnek: “Bir kez daha, Yurttaş Welles’in Joe Cotten’ını oynuyordum, onun kirli işlerini yürütüyordum”.

Salman Rushdie, The Ground Beneath Her Feet. Londra: Jonathan Cape, 1999, 526.

Türkçede anlam bozumuna uğrayarak “Tarık Akan’ın Halit Akçatepe’si” (Cem Yılmaz) biçimini almıştır: 1) Yakışıklı bir arkadaşının yanında gezen komik çocuk. 2) Kadınlarla ilişkisinde güven ve rahatlık hissi uyandırmasına karşın bir türlü sevgili rolü üstlenemeyen kimse.

 

Ek açıklama:

Joseph Cotten (15.05.1905 – 06.02.1994) Orson Welles’in Yurttaş Kane, Üçüncü Adam, Muhteşem Ambersonlar ve Korkuya Yolculuk filmlerindeki rolleriyle tanınan Amerikalı oyuncu. Başrolünde yer aldığı filmler arasında Hitchcock’un Shadow of Doubt filmi ile Portrait of Jennie de yer alır.

Oyunculuk okulundan mezun olduktan sonra bir süre reklam ajansında çalışır. Broadway’de ilk kez 1930’da sahneye çıkar. Kısa bir süre sonra Orson Welles ile tanışır ve 1937’de Welles’in Mercury Tiyatro Topluluğu’na katılır.

Dünyalar Savaşı adlı radyo oyunun yarattığı sansasyonun ardından Orson Welles, RKO yapım şirketiyle bir sözleşme imzalar. Bu şirketle çevireceği ilk filmi Yurttaş Kane’de Mercury Tiyatro Topluluğu’nun oyuncularına yer verir. Cotten filmde Kane’in en iyi arkadaşı ve gazetesinin yazarlarından biridir.

Bir sonraki yıl Welles’in Muhteşem Ambersonlar’ında (1942), 1943’de de Korkuya Yolculuk’da rol alır. RKO’nın Welles’in sözleşmesini iptali üzerine ikili altı yıl boyunca ayrı ayrı filmlerde rol alırlar. Üçüncü Adam’da (Carol Reed, 1949) Cotten kayıp arkadaşı Harry Lime’ı (Welles) arayan bir yazar rolündedir. Orson Welles son dönem filmlerinde F for Fake’de (1974) eski arkadaşı Cotten’ı bir kez daha hatırlar ve belgeselde onun da görüşlerine yer verir.

Cotten Hollywood’un en kadri bilinmemiş oyuncularından biri olarak anılır. Bugün klasik sayılan bir çok film de rol almasına karşın, Oskara aday bile gösterilmemiştir. Aldığı yegane önemli ödül, Portrait of Jennie ile Venedik Film Festivali’nde kazandığı en iyi oyuncu ödülüdür.

DVD ve "korsan"

Film piyasasında dengeler değişiyor. Bir süredir bu sektörden elde edilen gelirin pastası farklı biçimlerde dağılıyor. Yakın zamana kadar, sektörün gelirinin ağırlıklı bir bölümü sinema salonlarındaki gösterimlerden gelirken, artık DVD ve diğer dijital dağıtım yöntemleri ana gelir kaynağını oluşturuyor. Küresel düzeyde sinema sektörünün egemeni ABD’den örnek verecek olursak, 1980’de toplam gelirin % 53’ünü oluşturan gişe gelirleri, bugün % 15’e kadar geriledi. Öte yandan, geçmişte sözü bile edilmeyen DVD satış ve kiralama gelirleri % 50’lere ulaştı. ABD’de bugün, sinema sektörünün gelirlerinin % 85’ini televizyon ya da DVD aracılığıyla küçük ekran aracılığıyla yapılan gösterimleri oluşturuyor. Yalnızca DVD satışından elde edilen gelir sinema gösterimlerinin 3,5 katı düzeyinde.

Peki ya Türkiye’deki durum nedir diye soracak olursanız, ne yazık ki sağlıklı bir yanıt edinme olanağınız yok. Bunun nedeni, DVD satışlarıyla ilgili veri yayınlayan bir kurumun olmayışı. DVD satışı için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca verilen bandrollerin toplam miktarı dahi henüz yeterli altyapı oluşmadığı için belirlenemiyor. Ancak, DVD gelirlerinin, 2008’de 30 Milyon YTL’ye varan gişe kârının (toplam bilet satışının onda biri olarak hesaplanmıştır) üstünde olduğu tahmininde bulunabiliriz.

Gelelim esas konumuz olan ‘yasal olmayan’ yollarla kopyalanan DVD’lere, yani ‘korsan’a. Geçen hafta eleştirmeye çalıştığımız fikri mülkiyet konusundaki egemen söylem, bu alanda yaygın bir hak ihlali olduğu ve bu nedenle sinemacıların önemli kayıpları olduğunu belirtiyor. Bu söylemin yaygınlaştırması konusunda en etkin kurumlardan biri de, ABD hükümetinin Ticaret Temsilciliği. Temsilcilik, her yıl yayınladığı 301 başlıklı raporda (Türkiye’deki çağrışımları manidar!), ABD’nin ticaret yaptığı ülkeleri fikri mülkiyet açısından değerlendiriliyor. Raporda, fikri mülkiyet açısından ele alınan ülkeler üç ayrı kategoride değerlendiriliyor. Buna göre, en çok sorun yaşanan ülkeler ‘öncelikli izleme listesi’nde değerlendirilirken, kısmi sorunlar bulunan ülkeler ‘izleme listesi’ne dahil ediliyor. Son grupta ise ‘gözlem listesi’ yer alıyor. 1992 ve 2007 yılları arasında, raporun öncelikli izleme listesinde yer alan Türkiye’nin statüsü geçtiğimiz yıl daha az sorunlu izleme listesine indirildi. Raporda, yasal düzenlemelerin ve sürdürülen etkin mücadelenin bu kararın alınmasında rol oynadığı belirtiliyor.

Raporun amacının bu alanda ABD’nin ticari rekabet açısından sorun yaşadığı Rusya ve Çin gibi ülkelere aba altından sopa göstermek olduğunu söyleyebiliriz. Kopyalanmış DVD ve CD’lerin her türlü kamusal alanda serbestçe satıldığı Yunanistan’ın sorunlu ülkeler listesinde yer almayışı bu yargıyı pekiştiriyor. Benzer bir söylemi sürdüren kurumlardan biri ABD Filmciler Birliği (MPA). MPA Türkiye’de 1987’de kurduğu AMPEC adlı şirketle ‘korsanla mücadele’ yürütüyor.

Fikri mülkiyet alanındaki egemen söylemin aksine, sinema sektöründe gerek gişe gerekse DVD satışından elde edilen gelirler istikrarlı bir şekilde yükseliyor. Bir diğer deyişle, şirketlerin kâr oranları artıyor. Ayrıca, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda yapılan değişikliklerle ‘yasadışı kopyalama’ konusunda geniş kapsamlı bir mücadele sürdürülüyor.

Elbette amacımız, ‘film korsanlığını’ masum göstermek ya da hegemonyaya karşı girişilen romantik bir gerilla savaşı olarak tarif etmek değil. Mafya benzeri bir örgütlenmeye sahip bu sektörde, tepedeki birilerinin haksız kazanç ettiği herkesin bildiği bir gerçek. Ancak, timsah gözyaşları döken büyük şirketlerin ve onları sözcüsü uluslararası kuruluşların çuvaldızı biraz da kendilerine batırmaları ve nerede yanlış yaptıklarını sorgulamaları gerekiyor. İşte böyle bir sorgulamaya başlangıç olması dileğiyle sektörle ilgili başlıca eleştirilerimizi maddeler halinde sıralayalım:

l   En yaygın eleştirilerin başında DVD fiyatlarının yüksek oluşu geliyor. Bırakın Türkiye’deki alımgücünü, bazı DVD’leri kargo parası vererek yurtdışından getirmek bile daha avantajlı olabiliyor. Oysa rasyonel bir fiyat stratejisiyle daha çok DVD satmak mümkün. Örneğin, Gelibolu filmi 6,99 TL fiyattan 3 günde 140,000 adet sattı.

l   Ürünlerin niteliksizliği: Türkiye’de yasal olarak satışa sunulan DVD’lerden bir çoğu yurtdışındaki kopyalarda bulunabilen ekstra özellikleri içermiyor. Bunun nedeni, çeviri ve altyazı zahmetinden kaçınmak olabilir. Kimi zaman bu sorunlara Türkçe çevirinin niteliksizliği de ekleniyor.

l   Çeşitlilik: DVD şirketleri, popüler filmler yayınlama konusunda gösterdikleri istikrarı, klasikler ya da bağımsız yapımlardan esirgiyor. Bu nedenle, DVD piyasası dünya film pazarındaki çeşitliliği yansıtmanın çok uzağında. Yurttaş Kane’in DVD kopyasına ancak geçtiğimiz ay içinde kavuşan Türkiye’deki sinemaseverler, diğer klasikler için ne kadar zaman bekleyecek? Ya da bütün dünyanın ilgiyle izlediği Alejandro Jodorowsky, Wong Kar-Wai gibi yönetmenlerin filmlerini yurtdışından ya da paylaşım gibi alternatif yollardan mı edinmek gerekecek?

DVD korsanlığına ilişkin koparılan yaygara bir ölçüde VHS gösterici ve kaydedicilerin çıktığı yakın geçmişi anımsatıyor. O dönemde Amerikan Filmciler Birliği’nin başında bulunan Jack Valenti, “kıyametin yaklaştığını” ilan etmiş, sinemacılar VHS’nin piyasadan çekilmesi için girişimlerde bulunmuştu. Kısa bir süre sonra ise, sinemacılar bu yeni teknolojiden yararlanmanın yollarını keşfederek, gelişmeyi kendi lehlerine çevirdiler. Şimdi de aynı şeyi DVD için beklemek gerekiyor.

(Taraf gazetesinde 16.01.2009'da yayınlanmıştır) 

15 Ocak 2009 Perşembe

kitapsız yeşilçamdan okuyan karaktere

 Genç öğretmen kitap okurken öğrencisi onu izliyor. Beş Vakit (Reha Erdem, 2006)

Bugünlerde sinemamızda bir şeyler oluyor. Hayır, sayıları giderek artan yerli filmlerden,  yükselen gişe payından ya da kazanılan ödüllerden söz etmiyorum. Değinmek istediğim, film karakterlerine dair bir özellik: kitabın sinemada giderek görünür hale gelmesine ilişkin. Bu durumu, kitaplar aracılığıyla mesaj vermek olarak da niteleyebiliriz. Ancak, son dönem Türk sinemasında sinema ve kitaplar arasındaki ilişkiyi tartışmaya başlamadan, sinema tarihinde biraz gerilere gidelim. Sinema ve kitap tutkusunun yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu Yeni Dalga sinemasına bakalım.  

Jean-Pierre Léaud, Le Pére Noël a les yeux bleus (Jean Eustache, 1967)  

My Life to Live (Jean-Luc Godard, 1962)

Cahiers du cinema dergisi çevresinde bir araya gelen genç kuşak sinemacılar, bir önceki kuşaktan farklı olarak edebiyat yerine sinemaya yönelir. Dergide sürdürdükleri film eleştirisiyle yetinmeyerek, film çekmeye başlarlar. Ancak, bu gençler edebiyata karşı da kayıtsız değildir. En başta iyi birer okuyucudurlar, özellikle de romanlara düşkündürler.

Aralarında Jean-Luc Godard, François Truffaut, Eric Rohmer’in de bulunduğu grubun en sevdiği yazarların başında Honoré de Balzac gelir. 400 Darbe filmin kahramanı genç Antoine Doinel, İnsanlık Güldürüsü’nün (Comédie humaine) yazarına olan hayranlığını odasını ateşe vererek gösterir. Küçük askerin (Le petit soldat, Jean-Luc Godard, 1963) başucu kitabı ise Malraux'nun İnsanlık Durumu'dur.



Le petit soldat (Jean-Luc Godard, 1963)

Jean Douchet’in akımı ele alan eşsiz kitabında da (French New Wave. Trans. Robert Bonnono. D.A.P. Distributed Art Publishers Inc.) belirttiği gibi, Yeni Dalgacılar sinemayı hiçbir zaman edebiyatın yerini alacak bir anlatım aracı olarak değerlendirmediler. Tam tersine, edebiyat bir yerde sinemaya olan tutkularını da körükledi. Bu genç sinemacıların çoğu, doğru düzgün sinemaların bile bulunmadığı küçük yerleşim birimlerinde yaşıyordu. Popüler filmlerin dışındaki örnekleri izleme şansları oldukça sınırlıydı. İşte bu koşullar altında, kendi beğeni ve yargılarını oluşturmaya çalışıyorlardı. Bunun içinde okuyacakları kitaplar dışında ellerinde fazla bir şey yoktu (insan aklına, Özcan Alper’in söyleşilerde Hopa’daki yaşamına ilişkin söyledikleri geliyor). Yeni Dalgacıların, mettre-en-scene’den (esnaf yönetmen) ayırt etmek için kullandıkları auteur (yaratıcı yönetmen) kavramının da, edebiyattaki yazarın karşılığı olması belki de boşuna değildir. Yeni Dalga filmlerinde, kötüler de dahil herkes kitap okur. Kitap okumanın belirli bir mekanı da yoktur; yatakta, küvette ve hatta sinema da kitap okunur.



Jean-Paul Belmondo, Pierrot le fou (Jean-Luc Godard, 1965)

Peki aynı dönemde, Türkiye’deki popüler sinemada durum nedir. Giovanni Scognamillo durumu şu sözlerle özetliyor:

Yeşilçam dönemi filmlerde gazete okunuyor, gazeteler görünüyor, gerçi dergi azınlıkta ama… Buna karşın iç mekanlarda, burası ister kahraman emekçinin mütavazi evi, ister zengin fabrikatörün köşkü olsun, kitaplar, kitaplıklar pek görünmez, yoktur. Kütüphaneler de keza. Merak eden bir on kadar film seçsin ve bir envanter yapsın. Bulamaz… 

(söyleşi: Emel Armutçu, Bir Levanten Şövalye: Giovanni Scognamillo Kitabı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 306)

Böylesi envanter hiç kuşkusuz anlamlı olurdu. Bu tür bir çalışmaya girmek yerine, ben belleğimde kalanlarla yetineceğim. Son Kuşlar (Erdoğan Tokatlı, 1965) filminde Selma Güneri’nin bir kitapçı vitrinine baktığını ve kitap aldığını anımsıyorum. Ancak, örneklerin sayısı sınırlı olsa gerek. 1970’lerden anımsadığım bir diğer önemli sahne ise, genç Civan Canova’ya kitap vererek ‘bilinç aşılamaya’ çalıştığı Yılmaz Güney’in Arkadaş’ı (1974). Türk sinemasının kitapla tanışması ise, 1980’lerde gerçekleşti diyebiliriz. Bu dönemin filmlerinin kahramanları aynı zamanda kitap ve senaryo yazarlar ya da bu sürecin sıkıntısını taşırlar. 

Gelelim, esas konumuz olan son dönem Türk sinemasına... En güncel ve popüler örneğimiz hiç kuşkusuz Issız Adam (Çağan Irmak, 2008). Filmde, kitabın rolü önemli, zira filmin kahramanı Alper, Ada ile bir eski kitap ve efemera satıcısında karşılaşıyor. Alper plaklara bakarken dükkana giren Ada, Thomas Hardy’nin Çılgın Kalabalıktan Uzakta’sını soruyor. Olumsuz yanıt alınca dükkandan ayrılıyor. Ada’nın peşine düşen Alper, onunla iletişim kurma aracı olarak, girdiği bir kitapçıdan adını bir türlü hatırlayamadığı kitabı alıyor. Ada’ya yakınlaşma çabaları, onun yeni kitap değil, okunmuşunu aradığının ortaya çıkmasıyla başarısızlıkla sonuçlanıyor. Filmin başka bir sahnesinde ise, kitapsever kahramanımız Ada’yı İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nı okurken görürüz. Ama nedense bütün bu göndermeler filmde birer yama gibi durur...

Yaşamın Kıyısında (Auf der anderen Seite, Fatih Akın, 2007) 

Kitaplar genellikle bir karakterden diğerine hediye/ödünç olarak verilir. Bu anlamda kitap, hem karakterler arasında hem de filmle izleyici arasında bir iletişim aracıdır. Bu tarz hediyelerden birine Yaşamın Kıyısında’da (Auf der anderen Seite, Fatih Akın, 2007) rastlarız. Nejat Aksu (Baki Davrak) babası Ali’ye (Tuncel Kurtiz) Selim Özdoğan’ın Demircinin Kızı romanını verir. Baba balık kızartmaktadır, Nejat romanı masanın üzerine koyar. 

Ali: “Konusu ne da, bu kitabın”

Nejat: “Uuf... Oku işte...”

Almanca yazılan ve Türkçeye de çevrilen kitap 1940’lardan günümüze bir göç hikayesi anlatır. Romanda, sinemanın da önemli bir rol oynadığını, demircinin kızının yaşamını dönüştüren bir işleve sahip olduğunu belirtelim (sinemanın özellikle kadınlar üzerindeki olumsuz etkisi Türk romanının da sevdiği temalardan biridir). Akın, bu sahne aracılığıyla Temmuzda romanını sinemaya uyarladığı yazara içten bir selam gönderir.



Reha Erdem’in Beş Vakit’inde (2006) ise, genç öğretmen çalışkan öğrencisi Yıldız’a Çalıkuşu’nu (Reşat Nuri Güntekin) hediye eder. Yıldız bu klasiği büyük bir iştahla okur. Geç saatlere kadar okumayı sürdüğü için de, Freudyen bir ilksel sahne ile yüzyüze gelir.

Son dönemde kitapların dönüştürücü rol oynadığı filmlerden biri de Bahoz’dur (Fırtına, Kazım Öz, 2008). Filmin kahramanlarından Cemal, kaldığı yurdun ranzasında sosyalist literatürün Türkçedeki klasiklerini okur, bir yandan büyük kentte yüzyüze geldiği Kürt kimliğini anlamlandırmaya çalışır. Sahnede, Cemal’i farklı zaman dilimlerinde kitap okurken izleriz.


Sonbahar (Özcan Alper, 2008) belki de son dönemin edebiyatla en çok içli dışlı olan filmi. Bunda hiç kuşkusuz yönetmenin özellikle Rus edebiyatına olan düşkünlüğünün payı büyük. Yuri Trifonov’un Sabırsızlık Zamanı’ndan esinle çizdiğini belirttiği karakterlerini ilkin bir kitapçıda karşı karşıya getirir, Özcan Alper. Rus romanı arayan Eka (Megi Kobaladze) girdiği kitapçıda Yusuf’un (Onur Saylak) elindeki kitabı alır. Kahramanlarımız daha sonra ayrı mekanlarda Vanya Dayı’nın sinema uyarlamasını izleyeceklerdir.

Not: Sevgili okurlar, aklınıza gelen benzer sahneleri “yorum” bölümüne girerek ekleyebilirseniz çok sevinirim.