29 Kasım 2008 Cumartesi

izleme önerileri

Güvenilir kaynaklarca (www.chrismarker.org) Chris Marker olduğu rivayet edilen Kosinki müstear adlı kişi, yeni çalışmalarını YouTube’a gösterime sokuyor. Kolaj olarak nitelendirebileceğimiz bu çalışmalar:

Metrotopia: Metrodan kadın portreleri. Üstadın Sans soleil'de dediği gibi: "Her kadının içinde bir yenilmezlik tohumu vardır. Erkeklerin görevi, onların bunu mümkün olduğunca geç farketmesini sağlamak olmuştur."

The Morning After: Obama’nın seçim zaferinin basındaki yansımaları. Seçim sonuçlarını izlemekle geçirilen uykusuz bir gecenin sabahında hazırlandığı belirtilen bu kolaj, Obama’nın tüm dünyada yarattığı umudun göstergesi.

Kosinki’nin daha ilginç bir çalışması ise, resim sanatının ünlü yapıtlarını yeniden yorumladığı sergisi (Pictures from an Exhibition).  Hepsine ailenizin televizyonu YouTube’dan ulaşabilirsiniz... 

sinemada kanon(lar)

Bu da nereden çıktı demeyin. Edebiyatın, müziğin kanonu (temel yapıtları) olur da, neden sinemanınki olmasın. Yüzyılın biraz üzerinde bir geçmişe sahip sinemanın temel yapıtlarına ilişkin elde bir çok liste var. İnternet sayesinde eleştirmenler tarafından oluşturulmuş “En İyi 100 Film” türünden listelere ulaşmak son derece kolay. Kanon oluşturma çabalarının yarar ve zararlarını bir yana bırakarak, farklı listelerinin izleyici açısından ne anlama geldiğini sorgulayalım.

Sinemanın klasik yapıtlarının, bugünkü kuşaklarca ilgi ya da beğeniyle izlendiğini söylemek zor. Bunda, sinemanın anlatım dilinin sürekli yenilenmesinin, popüler sinemanın izleyicileri belirli bir tarz olay örgüsüne ve hızlı kurgu ritmine alıştırmasının rolü büyük. Yanlış anlaşılmasın, kanonlara karşı popüler film listelerini savunuyor değiliz. Ama, acaba bugün geniş kesimler tarafından ilgisizlikle karşılanan listeler yerine, sinema sevgisini arttıracak ‘işlevsel’ öneriler ortaya konabilir mi?

Bu soruya yanıt arayan The Auteur’den Pacze Moj, eleştirel ilgi odağı olmuş ve belirli akım/dönemleri temsil eden filmlerin kanon açısından daha önemli ve pratik olduğu görüşünde. En azından sinemaya ilgi duyan izleyicilerin cesaretin en baştan kırmamak gerektiğini belirtiyor. Yazısında, yaptığı bazı karşılaştırmalar dışında herhangi bir film önerisinde bulunmayan yazar, izleyicinin ilgisini çekecek temel yapıt listesini okuyuculara bırakmış. Acaba bu konuda sizin önerileriniz nedir, ya da Facebook’ta en sevdiğiniz filmler listesinde hangi başlıklar yer alıyor?  

(Taraf, 28.11.2008)

Obama'nın sevdiği filmler

ABD’nin yeni başkanıyla ilgili olarak aslında öğrenmediğimiz pek bir şey kalmadı. Geçtiğimiz günlerde, basında yer alan “Obama Hakkında Bilmediğiniz 50 Gerçek” (Hürriyet’te nedense “30 gerçek” başlığıyla sunulmuştu) başkanın sevdiği filmlere de yer veriyordu. Oysa, bu bilgilerin çoğu Barack Obama’nın Facebook sayfasında aylardır yer alıyordu (sakın yabana atmayın, 3 milyonun üzerinde üyeye sahip bu sayfanın, resmi web sitesiyle birlikte kampanyada önemli rol oynadığı bildiriliyor).

Obama, Facebook’ta sevdiği filmleri şöyle sıralamış: Arabistanlı Lawrence (1962), Guguk Kuşu (1975), Kazablanka (1942), Baba I (1972) ve Baba II (1974). Bu listeye bakarak, başkanın iyi bir film izleyicisi olduğunu ve beğenilerinin genelgeçerin ötesinde olduğunu söyleyebilmek zor. Listede yalnızca Hollywood yapımı filmlere vermesi de, ABD’nin yabancı filmlere en kapalı piyasa oluşunun bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Öte yandan, listedeki dört yönetmenden üçünün ABD dışındaki ülkelerden Hollywood’a geldiğini belirterek bir ölçüde teselli bulabiliriz: David Lean (Büyük Britanya), Milos Forman (Çekoslavakya) ve Michael Curtiz (Avusturya-Macaristan, daha sonra Almanya).  

Sinema dergisi Total Film, bu listeden yola çıkarak, Obama’nın izleyeceği politikayla ilgili bir fal tutmuş. Dergiye göre, bu filmlerin yeni başkanı bekleyen zorluklarla ilgili anlamı şu:

Arabistanlı Lawrence

Obama’nın ‘Evet başarabiliriz!’ (Yes we can!) sloganın sinemasal karşılığı. Lawrence, katıksız iradesi ve umudu sayesinde hedeflerine ulaşıyor, hasımları birleştiriyor ve kaybedilmiş toprakları geri kazanıyor. Eğer Obama Lawrence’tan doğru ders alırsa, Ortadoğu’ya (en azından bir parça da olsa) barış getirebilir. Daha sonra, zor olan görevi Senato’yu uzlaştırmayı başarabilir.

(Bizim notumuz: Bu öngörülerin Türkiye açısından sonuçları umarız filmde çizilene benzemez)

Guguk Kuşu

Obama bildiğimiz siyasetçilere benzemiyor; gözükara ve iyimserlik dolu. Kontrolden çıkmış hükümeti yeniden akıl sağlığına kavuşturmayı hedefliyor. Koşulların insanın elini kolunu bağladığı durumlarda, umudun ne derece önemli olduğunun farkında. Şimdiden bazı tavırların değişmesini sağladı. Mazallah eğer Temsilciler Meclisi ona elektroşok vermeye kalkmazsa, sonu iyi görünüyor. 

Kazablanka

Obama mutsuz sonlardan çekinmiyor. İşleri yoluna koymak için risk almaya hazır ve bu yolda ilerlemek için gerekirse aşkından bile fedakarlık edebilir. Michelle, bziden söylemesi: yakında bazı romantik buluşmalarınızı iptal etmek zorunda kalabilirsiniz.

Baba I ve II

Obama’nın hızlı yükselişi bir tesadüf değil. Zira en iyi hocalardan ders almış: Corleoneler. Yine de, allahtan öyküyü birebir uygulamaya kalkmamış. Yoksa John McCain, bir sabah uyandığında yatağında Sarah Palin’in kesik başını bulabilirdi. Tıpkı Kennedy gibi, Obama da mafyaya hayranlık duyuyor. Dileriz bu öykünün sonu mutlu biter.

Meraklısına not: Obama, Facebook’ta en sevdiği kitapları ise şöyle sıralamış: Songs of Solomon (Toni Morrison), Moby Dick, Shakespeare’in Trajedileri, Parting the Waters (Taylor Branch), Gilead (Marilynne Robinson), İncil, Lincoln’un Toplu Yazıları.

(Taraf gazetesinde 28.11.2008'de yayınlanmıştır)

28 Kasım 2008 Cuma

"saçlarım ağarıyor, filmlerim kararıyor"

Söyleşi: Ahmet Gürata, Çeviri: Haşim Hüsrevşahi  

Fotoğraflar: Bora Balcı

 

Bütün dünya onu İran-Irak sınırındaki Kürtlerin zorlu yaşam koşullarını anlattığı Sarhoş Atlar Zamanı (2000) ile tanıdı. Aynı tarihlerde yapım çalışmalarına yardımcı olduğu Kara Tahta’da (Semire Mahmelbaf, 2000) onu bu kez oyuncu olarak izledik. Kürtlerin sinemada ilk kez farklı bir bakışla yansıtıldığı bu filmlerin ardından, Behmen Kubadi (ya da Farsçanın Batı dillerindeki karşılığıyla Bahman Ghobadi) kamerasını ABD işgali sonrasında Irak Kürdistan’ına çevirdi: Kaplumbağlar da Uçar (2004) ile dünya sinemasının önemli yönetmenleri arasına girdi. Diğer filmleri Anavatanımdan Şarkılar (2002) ve Yarım Ay (2006) ise, çeşitli nedenlerle Türkiye’de gösterime girmedi.

Behmen Kubadi’yi sessiz sedasız geldiği Ankara’da yakaladık. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileriyle gerçekleştirdiği keyifli söyleşi öncesinde, İran edebiyatı konusundaki çalışma ve çevirileriyle tanınan Haşim Hüsrevşahi aracılığıyla kendisine sorularımızı yönelttik. Kubadi ile sohbetimize ister istemez son günlerde yaşanan olaylar da damgasını vurdu:


Filmleriniz, aslında propagandist ya da manipülatif değiller. Öte yandan, son derece siyasi bir sinema yaptığınızı söyleyebiliriz belki de. Sinema ve siyaset arasındaki bu ilişkiyi nasıl değerlendirdiğinizi öğrenmek istiyorum.

Hemen belirteyim, ben siyasetten nefret ederim. Benim sıkıntım Kürt olmamdır. Kürt olduğumu söylediğim anda, bir siyasi geçmişim olduğu varsayılıyor. Sonuç itibariyle, biz çok kötü koşullar içinde yaşıyoruz, İran Kürtleri, Irak Kürtleri, Türkiye Kürtleri...  Kürtlerin hep merkezi hükümetlerle sıkıntıları, sorunları olmuştur. Keşke hiçbir zaman böyle bir sorunumuz olmamış olsaydı. Kürt olduğumu söylediğim anda, geçmişimin yalnızca kültürel bir geçmişi çağrıştırmış olmasını çok isterdim. Fakat biz Kürtlere böyle bir fırsat tanınmış değil. Aslında Kürtler öyle savaşçı bir ulus da değil... Kürt olmayan birçok insan var, gidiyorlar oralardaki dağlarda savaşıyorlar. Sonra da hepsi Kürtlerin hesabına yazılıyor bu savaşın. Bence Kürtler çok özgürlükçü insanlar, çok barışçı insanlar. Benim sinemam da daha ziyade bunları anlatmaya çalışıyor.

Ben şimdi Kürdistan’da, İran’da hangi konuya el atarsam atayım, oradan hemen siyasi bir konu kendini gösteriyor. Ve bundan gerçekten nefret ediyorum. İstiyorum ki kültürel bir şey çıksın ortaya. Umarım bir gün bunu halledeceğiz. Bunu yapacak olanlar da, o ülkelerdeki hükümetler, devletler... İran, Türkiye gibi hükümetlerin bunu oturup düşünmeleri lazım. Kürtlerin sahip oldukları toplumsal karakteristiği onlara hissettirmeleri lazım. Yani, onları dışlamadan kendine özgü niteliklerini hissettirmek gerekiyor...

Umarım bir gün, siyasi olmayan bir sinema yapma olanağı buluruz.

Aynı zamanda İran sinemasının bir parçasınız. Abbas Kiyarüstemi, Muhsin ve Semire Mahmelbaf gibi yönetmenlerle çalıştınız. Bir Kürt sinemacı olarak kendinizi bu anlamda nasıl konumlandırıyorsunuz?

Ben öncelikle bir İranlıyım. Ve aynı zamanda bir Kürdüm. Ben İran sinemasının bir parçası olduğum için onur duyuyorum. Aynı zamanda İran Kürtleri içerisinde bir Kürt sinemacısı olmaktan da onur duyuyorum. Bunlar da birbirinden ayrı şeyler değil. Tabi ki, birinden birini seçmek durumunda kalacak olsaydım, Kürt sinemacı olarak anılmayı tercih ederdim.

Dünyada 40-45 milyon Kürt yaşıyor ve şimdiye kadar onların kendi sinemalarını yapmalarına olanak tanınmadı. Tabi ki, ben bu alanda çaba harcamayı isterim. Kürt sineması ancak yenilerde bir kaç film ortaya çıkarabildi. Bu son derece üzücü. Şimdi ben ömrümün sonuna kadar Kürdistan’da yaşayıp, orada en azından 20-30 yeni sinemacı yetiştirmek isterim. Çünkü bizler kültür doluyuz, roman doluyuz, öykü doluyuz. Kürdistan’da her şey bakir bir şekilde bizi bekliyor. Sanatın bütün alanlarında, ister edebiyat olsun, ister sinema olsun, ister şiir olsun, ister müzik olsun, fark etmez, el değmemiştir, dokunulmamıştır. Benim bu hükümetlerden yana sitemim de budur.  Türkiye’den bahsetmiyorum, İran bağlamında konuşuyorum. Bu fırsatlar Kürtlere daha önce tanınmış olsaydı, şimdi biz Kürtler ve Türkler ortaya çıkan bu çatışmalara tanık olmazdık. Ben bu fırsatları elde etmek için, bu fırsatların bize verilmesi için uğraşıyorum.

Az önce siyasi olmayan bir film çekmeyi arzuladığınızı söylemiştiniz. Aynı şekilde, Kürdistan dışında bir film çekmeyi de düşünüyor musunuz?

Elbette, hatta yeni bir film çektim Tahran’da. Dönüşte üzerinde çalışmaya devam edeceğim. Bir ay sonra da Tahran’da yeni bir filme başlayacağım. Öyküsü de hiç Kürtlerle ilgili değil. Ayrıca, birkaç büyük projem de var. Bir Amerikalı yıldız kadın oyuncunun başrolünde yer alacağı bir film. % 80’i İngilizce, % 20’si Kürtçe olan bir proje. Ayrıca, Meksika’da Babil filminin senaristi Guillermo Arriaga’nın kurduğu yeni yapım şirketi aracılığıyla bir proje var. İki yıldır üzerinde çalıştığım ama bir türlü gerçekleştiremediğim bir projem daha var, o da İstanbul’da geçiyor. Başrolünde de sürgündeki ünlü İranlı yıldız Behruz Vusuki’yi oynatmak istiyorum.

Ben sadece Kürt sineması yapmak istemiyorum. Bu konuda bir bağnazlığım yok. Ben sadece istiyorum ki, sinema yapayım ve Kürt çocuklar, gençler gelsin ve sinemanın nasıl yapıldığını öğrensinler. Ben de onlara öğretmek isterim. Açıkçası, bu konuda bir tutuculuğum yok.

İran’da ve Türkiye’de ikinci dil Kürtçe’dir. Bana Kürtçe film yapma fırsatı verilmemiştir. Ama ben bu fırsatlardan yararlanarak İran’da yaşayan insanları Kürtçe ile tanıştırmak istiyorum. Örneğin, İran Türkleri görsün, Farslar görsün ve benim kültürümle tanışsın. İran özellikle farklı milliyetlerin olduğu bir ülke. Bu filmlerde, örneğin İran Türkleri de görünmeli. Bir kültürel alışveriş olmalı.

Bizim geçmişteki hatalarımızı bir kenara bırakmamız gerekir. Şimdi arkadaşlık, dostluk, yakınlık dönemi olduğuna inanıyorum. Türkler Kürtleri ya da Kürtler Türkleri öldürdüğünde gerçekten çok canım acıyor. Böyle can sıkıcı şeyler duymak istemiyorum. Şimdi konuşmak ve konuşarak çözüm bulma zamanı. Aksi taktirde toplum ilerlemez ki. Ne Kürtler ilerler, ne Türkiye. Aslında bu çatışma çok da aptalca bir şey. Birlikte ortak çalışmalar yapmalıyız, birlikte yürümeliyiz, birlikte arkadaşlık, dostluk etmeliyiz. Sadece, biraz daha fazla nefes almak için hava istiyoruz. Hepsi bu. Biraz nefes alabilmek de kimse için tehlike yaratmaz.

"Saçlarım ağarıyor, filmlerim kararıyor”

Elbette, aslına bakarsanız filmlerinizi sadece Kürtlerin sesi olarak değerlendirmek de doğru değil. Diğer bütün ezilen insanlara bir ses vermeye çalışıyorsunuz sanki: çocuklar, yaşlılar, sakatlar ve özellikle de kadınlar...

Farslar ile Kürtler ya da Türkler ile Kürtler arasındaki çatışmada gözden kaçan şeyin toplum olduğuna inanıyorum. Örneğin, ben Türk olarak Kürtlerle çatıştığımda bir siyasi parti görüyorum. Onlar 1,000 ya da en fazla 2,000-3,000 kişiler. Öte yandan, milyonlarca Kürt unutulmuş durumda. Ben kendimi yitik ya da harcanmış bir kuşaktan sayıyorum. Bu yüzden, İran’da genç kuşağın hakları verilsin diye mücadele ediyorum. En azından eğitim ve kültür bakanlıklarına sormak lazım, bu gençler için ne yaptınız diye?

Gerek Sarhoş Atlar Zamanı, gerekse Kaplumbağlar da Uçar da ana kahraman çocuklar. Bu da sanırım bununla bağlantılı, değil mi?

Belki de bunun en büyük nedeni kendi çocukluğumu yaşayamamdır. Sanırım çocukluk kompleksi yaşıyorum. Çocukluğum İran’da devrim zamanında geçti. Babam polisti ve sürekli tutuklanma korkusu yaşıyordu. Bu nedenle göç etmek zorunda kaldık. Bu koşullar altında hızla çocukluktan yetişkinliğe geçtim. Aslında biz Kürtler dünyaya geldiğimizde yetişkin sınıfına giriyoruz.

Sanki bütün bu koşullarda filmlerde sevgi ya da aşk konusu bir türlü gündeme gelemiyor. Örneğin, Anavatanımın Şarkıları’nda şarkı söylerken sesini duyduğu bir kadından hoşlanan ve ona olan yakınlığını ifade etmeye çalışan Barat, tutumu nedeniyle bir ilişki kurma fırsatını kaçırıyor. Aşk konusuna bakışınızı öğrenmek istiyorum.

Ben aşktan yana biriyim. Filmlerimde aşkın ulaşılmaz bir şey olarak görünmesinin nedeni şu olabilir: Aşk uzam ve süreç olarak bir dinginliğe gereksinim duyar. Ancak, bu koşullarda yaşanabilir. Şu anda 38 yaşındayım. Geriye dönüp baktığımda, bu yaşıma kadar hiçbir zaman sakin bir yerde yaşama şansına sahip olamadım. Ailemle buradan oraya göç edip, durduk. Hep savaş oldu. Benim karşı cinsle olan ilişkilerim de böyle oldu. Ne karım, ne çocuğum var. Evim nerede, onu da bilmiyorum. Bunu gerçekten söylüyorum...

Ben şu anda Tahran’da yaşıyorum ve kendi geleceğimi karanlık görüyorum. İki, üç yıl sonrasına ilişkin hiçbir planım yok. Bir kültür bakanı geliyor bütün filmlerimi yasaklıyor. Bir başkası geliyor, “Kürtçe film yapma” diyor. Film yapım sürecinde enerjimin büyük bölümü, izin almaya, bürokrasiyle mücadeleyle geçiyor. Bakanlık kapısında saatlerce beklediğim oluyor, sırf bakanı görüp izin konusunu aktarmak için. İşte bu nedenle de, yıllar geçtikçe saçlarım ağarıyor, filmlerim de kararıyor.

İran’da bu koşullar altında, belki de hiç çalışamayacağım. Yurdumu terk etmek istemiyorum, ama buna beni zorluyorlar. Nereye gidebilirim ki? Başka bir kültür tanımıyorum ki... Başka bir yerde daha derin bir film yapabileceğimi sanmıyorum. Ben kendi kültürümle var olabilirim. Ömrümün belki de yarısını geride bıraktım. Filmlerim belki sonsuza dek kalacak ama hepsi bu kadar...

Peki diyelim koşullar düzeldi. Ne yapmak istersiniz?

Koşullar düzeldiğinde muhtemelen sinemayı bırakırım (gülüşmeler)....

 

Ümitle ümitsizlik arasında

Gerçekçilik’ özellikle üzerinde durduğunuz bir konu. Gerçek mekanlarda çekim yapıyorsunuz, amatör oyuncularla çalışıyorsunuz, yazılı bir metne bağlı kalmadan doğaçlama çalışıyorsunuz... Öte yandan da, filmlerinde sanki gerçeküstü bir boyut var. İlginç kişilikler ve tuhaf durumlarla karşılaşıyoruz. Bu yoruma katılır mısınız?

Bence size öyle geliyor. Benim ülkemde öyle gerçek şeyler oluyor ki, bunların bir çoğu size hayal ürünü gibi gelebilir. Örneğin, Latin Amerikan edebiyatı büyülü gerçekçi bir yaklaşıma sahip. Ama onlar düpedüz kendi toplumlarının gerçeğini yansıtıyor. Başka bir kültür olarak değerlendiriyoruz biz bu yaklaşımı.

Örneğin, Japonlar benim bütün filmlerimi tamamen düş ürünü, kurmaca olarak algılıyorlar. İnanamıyorlar gördüklerine. Kürdistan’da, aralarında 100 km mesafe olan ve bir İran diğeri Irak’ta iki şehir arasında yolculuk yapabilmek için tam yedi ay beklediğimi duyduklarında inanamıyorlar. “Sen çılgınsın, delisin, böyle bir şey olamaz” diyorlar. Kaldı ki, ben orada varolan gerçekliği biraz daha silik yansıtıyorum. O gerçekliğe dayanabilmeniz için içine biraz da güldürü unsuru katıyorum.

Kürtler konusunda bir bağnazlığım, tutuculuğum olmadığını söylemiştim. Ama şunu da ekleyeyim, Kürtlerin yaşamına girip, derinden baktığınız zaman, ne kadar katlanılmaz bir acı içinde yaşadıklarını görürsünüz. Biz normal insanlar değiliz, bunu böyle kabul etmek gerekir. Benim babam, büyük babasının öyküsünü dinlemiş. Ona da kendi büyükbabası öyküler anlatmış. Hepsinin yaşamı savaş içinde geçmiş, göç içinde geçmiş, acılar içinde geçmiş. Hepsi de gerçek. Şimdi 2008 yılında ben çocuğuma ne anlatabilirim savaşlardan başka?

Tekrar Türk-Kürt meselesine dönmek zorundayım. Şimdi Türk devletine sormak isterim, bu savaşla ne elde etmeyi amaçlıyor. Türk devletinin daha yüce gönüllü davranıp, diyalog kapısını aralamak konusunda öncülük etmesi gerekiyor. Çünkü hiç kuşku yok ki, bu çatışma sürdükçe uzun vadede kaybeden Türkiye olur. Bu tutumdan bir an önce vazgeçilmesi gerekiyor.

Üç gecedir burada otelde kalıyorum. Televizyonda sürekli bu konu var. Cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı hepsi bunu konuşuyor. Oysa, bunların yerine, keşke televizyonda Türk ve Kürt kültürüyle ilgili bir şeyler yer alsaydı. Yeter artık! İnsanları boğuyorlar bu savaş haberleriyle. Televizyonda biraz da başka şeyler görebilsek.

Ben Türklerin ne kadar yüce gönüllü olduğunu yakından biliyorum. Ama ne yazık ki, bunu bu konuda gösterebilecek bir irade şimdiye kadar ortaya çıkmadı. Sanırım giderek nasihat etmeye başladım (gülüşmeler). Umarım yanlış anlamazsınız.

Hayır, bunları yeniden hatırlatmaya gerçekten ihtiyaç var... Biraz da umut konusuna değinelim öyleyse. Filmlerinizi izlediğinde izleyici, sanki bir yumruk yemiş gibi oluyor. Bunda olayların yarattığı karamsar havanın da etkisi var. Ama bir taraftan da, az da olsa bir ümit ışığı kendini hissetiriyor. Sizin konumunuz nedir, geleceğe dair umutunuz var mı?

Ben aslında karamsar bir insanım. İçim ümitsizlikle dolu. Eğer filmlerimde gözünüze çarpan ümit kıvılcımları varsa, onlar da annemden, kızkardeşimden gelen şeylerdir, benden değil (gülüşmeler). İran’da film yapımcılığının içinde bulunduğu zor koşullardan dolayı. Sürekli stres altındayım, sürekli sinirliyim. Şöyle arkama yaslanıp, rahat rahat oturabildiğimi anımsamıyorum. Film yapım izni alabilme endişesi, yasaklanma endişesi. Çekim yapılacak mekanı gidince koşulları görüyorsun, toplumsal yoksulluğu görüyorsun, bunlar insanın bütün dinginliğini alıp götürüyor. Bu koşullar altında sürekli titriyorum. Filmlerim o yüzden biraz sinirli, öfkelidir. Ben, halkımın içinde yaşadığı koşullara benzer filmler yapıyorum. Kürtler de sık sık, ümitle ümitsizlik arasında gidip geliyorlar. Ama karamsarlığın ve ümitsizliğin ağır bastığını söyleyebiliriz. Gerçekten acılar içinde film yapıyorum. İran’da herkes sinema yapmanın zor olduğunu söylüyor. Ama Kürt filmi yapmaya kalkarsanız çok daha zor.

Sinema dili üzerine

Biraz daha teknik konulara değinmek istiyorum. Sinemaya 35 mm ile başladınız, son filminizde (Yarım Ay) ise, dijital kameralardan yararlanıyorsunuz. Bu konudaki görüşünüz nedir? Çalışma rahatlığı açısından videoyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her ikisiyle de kendimi rahat hissediyorum. Aslında teknik konuları yeni öğrendiğimi söyleyebilirim. Videonun gerçekten güzel bir şey olduğunu yeni fark ediyorum. Birkaç ay önce Türkiye’de yeni bir kamera aldım, ‘Red 2K’ marka. Gerçekten kusursuz. Dijital teknoloji sayesinde film yapım yöntemim de sanki değişiyor. Sanıyorum videoyla giderek daha kolay hale gelecek bu iş.

Ancak, sinemaya yeni başlayanlara ilk filmlerini videoyla çekmemelerini öneririm. Zira, sürekli yeniden kayıt olanağı, insanı önceden hazırlık yapmamaya ya da tembelliğe alıştırabilir. Görüntü düzenlemesine yeterince özen gösterilmemesine yol açabilir. Zira yüzlerce kez çekim olanağı olduğu duygusu yaratabilir.

Ama bir kez bu deneyimi kazandıktan sonra, insan dijital teknolojinin olanaklarından da yararlanmalı. Ben 35 mm film çekmeye de devam ediyorum. Aslında teknik o kadar ilerledi ki, artık film görüntüsü ile dijital görüntüyü birbirinden ayırt edebilmek zorlaşıyor.

Görüntü düzenlemesine değinmişken, sizin alameti farikalarınızdan biri de, içinde kalabalıkların yer aldığı geniş plan çekimler. Amatör oyuncularla böylesi zor çekimleri nasıl gerçekleştiriyorsunuz? Önceden hazırlık yapıyor musunuz?

Hayır hiçbir oyuncumla önceden hazırlık yaparak çalışmıyorum. Aslında çok da zor değil bu tür çekimler. Artık alıştım herhalde.

Oyuncu yönetimi konusunda özel bir formülünüz var mı? Amatör oyunculara yaklaşımınız nasıl?

18 yıl önce kısa film çekmeye başladığımda, bütçe kısıtlılıkları nedeniyle oyuncu olarak çevremdekilerden yararlanıyordum. Annemi, kardeşlerimi oynatıyordum. Evsahibinin çocuklarını oynatıyordum, evsahibi kirayı yükseltmesin diye (gülüşmeler)...

Uzun metraja başladığımda yeterli bütçeye sahip olmama karşın, yine amatör oyuncuları tercih ettim. Amatör oyuncularla farklı bir çalışma yöntemim var. Alışageldik biçimde, çekime başlamadan “motor” ya da “kamera” diye bağırmam. Kamerayı mekanda hırsız gibi dolaştırırım. Kendim de kameraya çok yaklaşmam. Kamerayı oyunculardan mümkün olduğunca uzak tutarım. Oyunculara asla diyalog vermem, çünkü diyaloğu ezberlemeye kalkarlar ve bu da oyunculuklarını etkiler.

Örneğin oyuncunun düşünceli durması mı gerekiyor. Ona “hadi düşün” demem. Eğer öyle dersem, Al Pacino ya da Yılmaz Erdoğan gibi düşünceli düşünceli bakarlar. Bunun yerine bir matematik problemi sorarım: “125 çarpı 50 kaç?” diye. O bu soruya yanıtlamaya çalışırken de çekerim. Aslında çok doğal görünen sahnelerin gerisinde buna benzer hazırlıklar yatıyor.

Ayrıca oyuncularımı hep el üstünde tutarım. En güzel odayı onlara vererim, ilk yemeği onlar alır, arabayla bir yere gidilecekse önce onları gönderirim. Ve ne kadar sinirlenirsem sinirleneyim onlara asla bağırmam.

Filmlerinizin isimleri genellikle çok çarpıcı. İsim bulma süreci nasıl gelişiyor?

Filmler çocuklarım gibidir ve onlara isim bulurken tıpkı çocuklarıma isim koyar gibi düşünürüm. Bugün dünyada yılda 10,000’e yakın film üretiliyor. Bu filmlerin çoğunun isimleri ve konuları birbirine benzer. Bu nedenle filmlerimin isimlerinin farklı olmasına, kışkırtıcı olmasına çalışırım. İzleyici kimi zaman “bu isimle filmin ne ilgisi var” diye sorabiliyor. Ama eğer bu isim izleyiciyi iki dakika film üzerine düşündürtmeye itiyorsa, hafızanıza kazınmış demektir.

* Bu söyleşinin gerçekleştirilmesindeki yardımlarından dolayı Fatin Kanat’a çok teşekkür ederim.

(Söyleşi 4.11.2008'de Taraf gazetesinde yayınlamıştır)


Not: Söyleşi de beni heyecanlandıran konulardan biri de, Kubadi'nin Guillermo Arriaga ile birlikte film çekmeyi tasarladığını aktarmasıydı. Arriaga'nin Tommy Lee Jones ile başarılı işbirliğinden sonra ilgiyle beklenecek bir proje.


açılış sahneleri

Chungking Express (Wong Kar-Wai, 1994)

Görüntü Yönetmeni: Chris Doyle

Müzik: Baroque, Michael Galasso 

Açılış sahneleri, tıpkı kitaplarının açılış cümleleri gibi, “metin”in içerisine ne denli girebileceğimiz konusunda önemli belirleyicilerden biridir. Chungking Express, izleyeni şaşırtan hızlı bir sahneyle açılır. Kalabalık bir alışveriş merkezinde, gizemli bir kadın (sarı bir perukla gözlük takar) ve ona yöneldiğini düşündüğümüz kuşkucu bakışlar... 223 nolu polis memuru başına kesekağıdı geçirilmiş bir adamı kovalamaktadır.

Aralı basılmış (saniyede 24 yerine 12 ya da 16 kare) ve örtüyle (kaşe) bulanıklaşmış bu görüntüler bir rüya atmosferi yaratır. Kar-Wai’de sıkça karşılaştığımız (ve çekim koşullarından kaynaklandığını belirttiği) özel efektlerden biridir bu.

Yine onun filmlerinde sıkça duyduğumuz bir dış ses (223 nolu polise aittir): “Her gün, çok sayıda insana teğet geçeriz; hiç tanımayacağımız insanlar ya da yakın arkadaşımız olabilecek insanlar… ” Polis memuru, sarı peruklu kadınla çarpışır, dış ses konuşmaya devam eder: “En yakın olduğumuz anda aramızda yalnızca 0.01 cm vardı. 57 saat sonra bu kadına aşık oldum” Günlerden 28 Nisan’dır, saat tam 9.00’u göstermektedir.

Bu iki karakterin yaşamda birbirlerine en yakın oldukları an belki de bu çarpışma anıdır. Barda yan yana tabureleri ve bir otel odasını paylaşsalar da, aralarında yalnızca bir “karşılıksız alaka” yaşanacaktır. Osip Mandelstam’ın dizeleri durumu özetlemeye yeter: “Aşık ol, anımsa, yas tut”.

(Sekans dergisinin 8. sayısında [2007] yer alan "Şiir ve Sinema" başlıklı dosyadaki sinemada şiirsellik soruşturmasına verilen yanıt)

27 Kasım 2008 Perşembe

Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan


Vedat Özdemiroğlu, Uykusuz, sayı: 2008/48, 26.11.08

26 Kasım 2008 Çarşamba

"Eğer melek diye bir şey varsa"


Bu kez sözü Nobel ödüllü Polonyalı şair Wislawa Szymborska’ya bırakıyoruz. Şiirin başlığı “Slapstick” (Fantastik bir dünyada geçen, itişip kakışmaya, düşüp kalkmaya, havada uçuşan pastalara, otomobil altında kalmaya, ıslanmaya, kaçıp kovalamacaya, kısacası fiziksel eylemlere dayanan ve sertlik, hatta şiddet içeren bir komedi türü. “Slapstick” adını, komedyenlerin birbirlerine vurdukları ve güçlü bir ses çıkaran değnekten alır. Ortaoyununda kullanılan maşayı anımsatan bu değneğin üzerine keçi işkembesi gerilmiştir. Kaynak: Nilgün Abisel, Sessiz Sinema):

  

Eğer varsa gerçekten,

meleklerin

boşa çıkan umutlarla dolu romanlarımızı

okuduklarından kuşkuluyum.

 

Dünyaya olan hıncımızı boşalttığımız

şiirlerin kapağını dahi açtıklarını

sanmam.

 

Sanırım, oyunlardaki

yapay konuşmalar ve yakınmalar da

canlarını sıkıyordur.

 

Bunların yerine,

meleklikten kalan boş zamanlarında,

sessiz sinema dönemine ait

komediler seyrediyorlardır.

 

Feryat figan ağıt yakanlar,

giyisilerini parçalayanlar

ve dişlerini gıcırdatanlar yerine,

boğulmakta olan adamı peruğundan tutup çekmeye çalışan

zavallı serseriyi

ya da zarafetle

ayakkabı bağcıklarını yutan aç adamı tercih ederler.

 

Façası düzgün ve ciddi görünümlüdür;

pantalonunda ise ürkmüş bir fare dolaşır.

İşte eğlence diye buna denir.

 

Çılgın kovalamacanın sonunda,

birileri de kovalayanın peşine düşer.

Bir bakarsınız, tünelin sonundaki ışık

kaplanın gözlerine dönüşüvermiş.

Binbir cehennemde

binbir perende atmaya benzer

binbir felaket.

 

Eğer varsa gerçekten melekler,

umarım

tehlikeden yakasını kurtarmaya çalışan bu şenliği,

inandırıcı buluyorlardır,

“Kurtar beni, kurtar beni” diye bağırmazlar bile,

zira her şey sessizdir.


Onları kanat çırparken,

en azından,

gülmekten gözlerinden yaş gelirken

hayal ediyorum.


Son ve Başlangıç (1993) adlı kitaptan. Çeviri: A.G.

Haftanın sözü

“Yakın plan bakıldığında hayat bir trajedidir. Komedi ise genel plandır.”

Charlie Chaplin

Hayali cemaatler ve filmler

Geçenlerde karşılaştığım ve sinemaya ilgi duyan bir tanıdık, Mustafa filminden yakınıyordu. Anlaşılan filme ve yönetmeni Can Dündar’a tepkiliydi. Konuşma sırasında hayretle öğrendim ki, filmi henüz izlememişti, okudukları ve duyduklarıyla bu konuda bir fikir edinmişti. Filmin sandığı gibi olmayabileceğini, aslında onun gibi düşünen bir kitleyi hedef aldığını biraz da boşuna bir çabayla anlattım.

Basında da hayli yankı bulan bu ilginç tartışmanın, birbiriyle ilişkili iki konuda açıklayıcı olduğunu düşünüyorum: edindiğimiz bilgilerin kaynağı ve film tercihinde rol oynayan etkenler. 

Bilindiği gibi, birey, topluluk ya da ulus olarak kim olduğumuzu tanımlamak için sıklıkla geçmişe başvururuz. Geçmişe dair anımsananlar ise, kişisel tanıklıklarla beraber, başkalarının bize aktardıklarıdır. Bir başka deyişle, anlatılanlar aracılığıyla kendimizi, dünyayı tanımlar, anlamlandırmaya çalışırız. Anlatılanlarsa, genellikle okulda ve ailede öğrenilenlerden ya da farklı iletişim araçlarıyla sunulanlardan oluşur.

Bireyler gibi uluslar da, farklı mecralar aracılığıyla aktarılan öyküler sayesinde tanımlanır. Benedict Anderson’ın ifadesiyle, kitle iletişim araçlarıyla dağıtımı yapılan bu öykülerle, birbirinden uzakta yaşayan bireyler kendilerini ulus adı verilen bütünün parçası olarak tahayyül eder.    

Bu aşamada tartışılması gereken ilk nokta, bu öyküleri kimin yazdığı ve aktardığı konusudur. Bu tartışmanın içeriğini, “resmi tarih” ve “ideoloji” gibi çeşitli adlar alan kavramlar oluşturur.

Üzerinde durulması gereken ikinci nokta ise, öykülerin aktarım sırasında ve zaman içerisinde nasıl değişime uğradıklarıyla ilgilidir. Çağdaş sosyal bilimler bu konuyu ise, “söylem” ve “geleneğin icadı” gibi ifadelerle tartışır.

İzleyici tercihleriyle ilgili olarak üzerinde durmak istediğimiz konu ise, sözkonusu öykülerin bizlere aktarıldığı mecralarla igili... Yakın zamana kadar bir olgunun ya da bilginin güvenilirliğini pekiştirmek için yazılı bir metnin (kitap, gazete ya da dergi) kaynak gösterilmesi sıkça karşılaşılan bir durumdu. Bu kaynaklara, 20. yüzyıla damgasını vuran radyo ve televizyon da eklenebilir.

Son zamanlarda en sıklıkla başvurulan enformasyon kaynağı ise, hiç kuşkusuz internet. Herhangi bir konuya ilişkin inandırıcılığı pekiştirmek için, “televizyonda izledim” yerine “internette gördüm” ifadesini sıkça duymaya başladık. Zincirleme aktarım yoluyla oldukça geniş bir kitleye ulaşan e-posta mesajları bile, geniş kitlelerin nezdinde güvenilirlik açısından ansiklopedilerin önüne geçmeye başladı.

Aslında güvenilirliğin sınanması açısından klasik iletişim araçları ile yenileri arasında önemli bir fark bulunmadığı söylenebilir. Ancak, internetin erişim kolaylığıyla söylenti ve dezenformasyonun üretilmesi açısından günümüzde en etkili araçlardan biri olduğu tartışmasız bir gerçek.

Öte yandan, sinema izleyicilerinin tercihlerini etkilemede farklı kanallardan yürütülen kampanyaların etkili olduğu söylenebilir. Mustafa filminin, hakkında yürütülen olumsuz tartışmaların etkisiyle, başlangıçtaki ivmesini yitirdiği gözleniyor. Haftalık Antrak Sinema Dergisi’nin verilerine göre, gösterime girdiği ilk iki gün içerisinde 200.000’in üzerinde izleyici çeken film, 12 günlük sürede 773.000 kişi tarafından izlendi. İzleyici sayısındaki göreli düşüşe karşın, Mustafa yeni James Bond’u geride bırakarak geçtiğimiz haftasonunun en çok izlenen filmi oldu.

Yurttaş Mustafa

Bütün bu tartışmalarda, kurmaca ya da belgesel olsun herhangi bir filme “gerçeğin” yerini alması gereken bir veri olarak yaklaşma çabası gözleniyor. Sinema tarihi bu tür tartışmalar açısından hayli zengin. Eisenstein’in Potemkin Zırhlısı, Ekim Devrimi’ne giden süreçte önemli rol oynayan Odessa’daki ayaklanmaya yaklaşımı nedeniyle eleştiri konusu olur. Tamamen bir hayal ürünü olan Odessa merdivenlerindeki katliam sahnesi, izleyicinin tarihi farklı bir biçimde kurgulamasına neden olur. Halk filmde anlatılanları o derece inandırıcı bulur ki, bazı vatandaşlar anlatılanların kendi öyküleri olduğunu öne sürerek, telif hakkı talebiyle dava açarlar. Eisenstein, yaşananlardan farklı olarak, idam edilen denizcilerin gözlerini bağlamak yerine üzerlerine branda serilmesi gibi sahnelerin tamamen kendi yorumu olduğunu belirterek, yargılanmaktan kurtulur.

Kitaplar ve filmler gibi sanat yapıtlarının böyle sığ tartışmalar içine hapsedilmesi sıkça karşılaşılaşılan bir durum. En son örneklerinden birini Orhan Pamuk ve Nobel ödülü vesilesiyle yaşadığımız gündem kayması, aslında eleştirinin işlevini yerine getirebilmesinin önündeki en önemli engellerden biri. Bu nedenle, güncel sinema tartışmalarına girmek adetimiz olmadığı halde, genel tepkinin dışına çıkarak, filmle ilgili tartışılmasının yararlı olacağını düşündüğümüz bir kaç noktaya değineceğiz.

Mustafa ile ilgili ele alınması gereken bir çok nokta var. Belgeselin formunun sinemalar aracılığıyla izleyiciyle buluşması, dijital teknolojinin anlatım diline getirdiği yenilikler, günümüzde filmlerin yapım-sonrası (post-prodüksiyon) aşamasında geçirdiği dönüşüm bunlardan yalnızca bir kaçı. Mustafa filminin bu açılardan zengin ve keyifli bir tartışmaya zemin hazırladığını, bütün bunların “normal” bir zeminde tartışılabilmesinin yararlı olacağını düşünüyoruz.

Bu kısa yazının sınırları çerçevesinde esas üzerinde durmak istediğimiz ise, senaryo konusu. Belgesel bir filmde bu konunun ne anlamı var diye sorabilirsiniz. Açıklamaya çalışalım: Sinemaya giriş derslerinin ilk konularından biri, öykü (izleyiciye açıkça sunulan ya da ekranda görünmemekle birlikte çıkarsanan olaylar dizisi) ile olay örgüsü (ekranda görsel ve işitsel olarak sunulan şeyler) arasındaki ayrımdır. Bu aşamada, olay örgüsünü daha iyi anlayabilmeleri için öğrencilere verilen ilk alıştırma çoğunlukla bir yaşamöyküsünü senaryolaştırma denemesidir. Bu sayede ortaya atılan bazı sorular şunlardır: Bir yaşamöyküsünü anlatmaya hangi noktadan başlarsınız? Hangi olaylara odaklanmayı tercih edersiniz? Kronolojik bir anlatımı mı tercih edersiniz, yoksa geridönüşlerden (flasback) mi yararlanırsınız? İşte, bu sorulara verilecek olan yanıtlar, olay örgüsünün özgünlüğünü ve senaryonun yaratıcılığını belirler. Bu tartışmalarda sıkça kullanılan bir örnek de, sinema klasiği Yurttaş Kane’dir (Orson Welles). Eleştirmenlerce, tüm zamanların en başarılı filmlerinden biri olarak nitelenen yapıtta, Kane’in yaklaşık 70 yıllık yaşamı beş ayrı kişinin gözünden geriye dönüşlerle aktarılır. Son derece yaratıcı bir buluş olan bu teknik sayesinde, Kane hakkında araştırma yapmakla görevlendirilen gazeteci Thompson’la birlikte, onun yaşamının sırrını (ölmeden önce söylediği son söz?) öğrenmeye çalışırız.

Yurttaş Kane vari bir açılışla, ölüm döşeğindeki Atatürk’ün çocukluğuna dair bir imgeye dalıp gitmesiyle açılan Mustafa, bir buçuk saatlik bir zaman dilimine oldukça çok şey sığdırmaya çalışıyor. Bu özgün girişe karşın, sinema tarihinin bu önemli klasiğinden gerekli dersleri ne yazık ki çıkaramıyor. Kronolojik sıralamayla aktarılan olaylar arasında zaman zaman önemli boşluklar doğuyor. İzleyicinin olayları takip edebilmesi zorlaşıyor. Belgeselde bir anlatım tekniği olarak giderek daha az başvurulan dış ses, izleyiciyi konuya yabancılaştırıyor.

Yazıyı iki noktanın altını çizerek sonlandıralım: Birincisi, basitçe sinemayı içinde yer aldığı toplumsal ve siyasal ortamdan bağımsız olarak, yalnızca estetik yönleriyle değerlendirmeyi önermiyoruz. Tam tersine, bizleri filmlere bağlayan tam da bu siyasal boyut. Ancak, nasıl aktarıldığını ele almadan, herhangi bir anlatı üzerinden siyaset ve tarih tartışılmasının eksik kalacağı görüşündeyiz. İkinci olarak, filmlerle ilgili bir değer yargısında bulunarak, izleyin ya da izlemeyin önerisinde bulunmanın anlamlı olmadığına inanıyoruz. Bu nedenle de, izleyin birlikte tartışalım diyoruz.

Not: Taraf gazetesinde 14.11.2008'de yayınlanmıştır.

Haftanın sözü

“Bize aktarıldığına göre, Kane yalnızca annesini / gazetesini / ikinci karısını / kendini sevdi. Belki de bunların hepsini sevdi, ya da hiçbirini sevmedi. Bunun kararı izleyiciye kalmıştır. Kane, bencil ve kişiliksizdi, bir idealistti, bir üçkağıtçıydı, hem çok büyük hem de çok küçük bir adamdı. Bu, kimin görüş bildirdiğine bağlı olarak değişir. O, hiçbir zaman bir yazarın nesnelliğiyle değerlendirilmedi. Film, bu sorunun çözümüyle değil, izleyiciye sunuluş tarzıyla ilgilidir. Kane ile diğer ünlü yayıncılar arasında koşutluk kurmanın en kolay yolu filmi hiç izlememektir.”

Orson Welles

Sinemada ağlayanlar

Funda Karakaya, geçen hafta Taraf’taki haberinde, Babam ve Oğlum’un başarısını örnek vererek, fısıltı gazetesinin Issız Adam için de çalışıp çalışmayacağını sorguluyordu. Geçtiğimiz haftasonun gişe rakamları, Karakaya’nın öngörüsünü doğrular gibi: Bir önceki haftasonuna göre gişe gelirini % 80 oranında arttıran film, geçen haftasonu 100 bin kişi tarafından izlendi. Klasik reklam stratejilerinden yararlanmayan film, derinden giderek izleyici sayısını arttıracak gibi görünüyor.

Bu muhtemel izleyici başarısının nedenlerini eleştirmen arkadaşlara bırakarak, filmin çağrıştırdığı başka konulara dalalım. Aşırı duygusal, hüzünlendirici film ve roman gibi yapıtlara, İngilizcede ‘tearjerker’ (gözsulandıran) adı verilir. Çağan Irmak da giderek bu alanda ustalaşan bir yönetmen olarak, değişik tür (romantik komedi, melodram) kalıplarının yanısıra, bazı anlatım araçlarından (yavaş çekim, dış ses vb.) yararlanarak izleyicide güçlü bir duygusal etki bırakmayı hedefliyor. Sinemada karşılaştığımız manzaralar, yönetmenin bu konuda başarılı olduğunu gösteriyor.

Geçtiğimiz günlerde uluslararası bir film festivalinde (Brisbane) izleyicilerin bir filmde (Asyl: Park ve Aşk Oteli, 2007) hüngür hüngür ağlamalarına tanık olan eleştirmen Adrian Martin de bu konuya kafa yormuş. Martin, sıradan bir melodramda değil de, gündelik yaşama dair bir filmde neden ağladığımızı sorguluyor: “Belki de zaman içinde, yalnızca kötü, sıradan filmlerde bu tür bir duygusal boşalım yaşamaya şartlanmıştık. Oysa, düşünür Giorgio Agamben’in anımsattığı gibi, duygusal tepkilerimiz hep çok-yetersiz ya da çok-fazla gerçekleşir. Hayat bu gerçeği sürekli doğrular: sevdiğimiz birinin ya da bir yakınımızın cenazesinde umduğumuz kadar üzülmediğimizi fark ederiz (Camus’nün ölümsüz ‘yabancısı’ bunun bedelini ağır öder); ya da  tam tersi küçücük bir mazaret önlenemeyen bir ağlama nöbetine yol açar.”

Martin, bu duruma örnek olarak, yıllar önce evin yaşlı kedisinin ölümünü umulmadık biçimde soğukkanlı karşılayan annesinin, televizyonda gördüğü bir atın ölümüne hıçkırıklarla ağlamasını, yeterince tepki göstermediği gerekçesiyle kendini azarlamasını veriyor. “Kendimize sık sık sorarız: bu duygu nereden geliyor? Tek başımıza ya da topluca izlediğimiz filmler de hissettiğimiz duygular da bu soruya neden olur. Bu sinemanın en büyük gizemlerinden biridir.” diye ekliyor.

Issız Adam, elbette Adrian Martin’in tanımladığı çerçevenin dışında bir ‘gözsulandırıcı’. Bizimse filme dair en güzel anımız, bu ağlatma stratejilerine çaresizce karşı koymak isteyen arka sıradaki yaşlı teyzeninin, filmin ıssız ve duygusuz  adamıyla ilgili yorumuydu: “Hasta bu, hasta!”