26 Şubat 2009 Perşembe

'ağır' eleştiri

Modern yaşamın getirdiği hız uzunca bir süredir yaşamlarımızı etkisi altına aldı. Zamanın akışı içerisinde neredeyse bütün eylemlerimiz hız kazanıyor. Gideceğimiz yere daha hızlı ulaşıyor, daha hızlı yemek yiyor ve daha hızlı çalışıyoruz. Bu gelişme çoğu zaman olaylara yeterli uzaklıktan bakamama ve akıntıya kapılıp sürüklenmeyi de beraberinde getiriyor. Yaşama dair pek çok şeyi ıskalamamıza yol açıyor. Gülten Akın’ın artık deyimleşen dizelerinde olduğu gibi: ‘Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya’.

Öte yandan, bizi ‘yavaşlığı keşfe’ ve durup uzaktan bakmaya çağıran sanat yapıtlarının sayısı da artıyor. Bu yapıtların etkisiyle mi bilinmez, yaşam pratiklerini, çağın hızlı akışına değil de, farklı bir ritme oturtma çabalarına daha sık rastlanır oldu bugünlerde. Örneğin, hızlı yaşam tarzının simgesi ayaküstü yemeğe (fast food) karşı bilinçlenmenin doğurduğu yavaş yemek (slow food) hareketi İtalya’dan dünyanın çeşitli yerlerine yayıyılıyor. ‘Ayaküstü’ olarak nitelendirebileceğimiz yaşam ve çalışma tarzlarına karşı yeni yeni seçenekler gündeme geliyor.

Bu alanda yeni bir bilinçlenme çağrısı da, internet üzerinden yayınlanan sinema dergisi de Filmkrant’tan geldi. Dergi, fazla siyasi, felsefi oldukları gerekçesiyle başka mecralarda yayınlanma şansı bulamayacakları düşünülen eleştiri yazılarını bir araya getirdiği sayısına ‘ağır eleştiri’ başlığını uygun görmüş (çeviride, ‘yavaş’ yerine ‘ağır’ sözcüğünü yeğlememizin nedeni, sözcüğün ‘hız’ın karşıt anlamını içermesinin yanısıra, ‘ciddi’ ve ‘değerli’ gibi anlamlar da taşıması).  

Derginin editörü Dana Linssen giriş yazısında ‘ağır’ ya da yavaş filmlerden söz ediyor:

sinema hakkında konuşurken bazı sözcüklerden kaçınmak gerekir: yavaş, derin, uzun... Oysa ki, sözkonusu sözcükler bir anlamda çağdaş sinemadaki gelişmeleri de ifade ediyor. Dahası, çekim süresi uzadıkça görüntü dokusunun ardındakileri görebilme şansımız da artıyor. Ama işin doğrusu, bu sözlerle tanımlanan bir filmi kim gidip görmek ister? Belki de siz ve ben. Zira bizler gökyüzünün kararmasını yakından izlemek için de zaman harcıyoruz. Ancak, nasıl oluyor da endüstriyel olarak pompalanan kültüre bu derece zıt olan görüntüler bizi etkileyebiliyor? Yavaş olarak betimlenen bu görüntüler hakkında yazmak neden bir özre dönüşüyor? Ya da, bu yalnızca sinemanın sorunu mu? İşin ilginci bir resim ya da heykelin neden bu kadar yavaş ‘geçtiğini’ sorgulamıyoruz. Belki de onların çerçevelerinin içinde donuk kalmalarını beklediğimiz için.

Elbette, Linssen’in sözünü ettiği filmler yalnızca belirli bir gruba hitap ederken, sinemayı dolduran popüler filmlerinin çoğunun hızının arttığını belirtelim. Belirli dönemlerde çekilen filmlerin toplam sürelerini içerdikleri çekim sayısına bölerek, Ortalama Çekim Süresini (OÇS) hesaplayan akademisyenler, 1940’larda 7-8 saniye olan OÇS’nin bugün neredeyse 3 saniyeye indiğini belirtiyorlar. Kabaca bir hesapla, anaakım sinemada kurgunun ritminin iki kat daha hızlandığını söyleyebiliriz. 

Yaşadığımız kriz yalnızca sinema eleştirisine özgü değil. Günlük basında sanat eleştirisine tanınan alan giderek daralıyor. Bu konudaki açığı kapatan aylık dergiler, ekonomik krize dayanamayıp kapanıyor. Eleştiri yerine kısa tanıtım yazılarıyla yetiniliyor. Konuyu farklı boyutlarıyla tartışan eleştiriler yerine, yaygın beğeniyi ölçüt aldığı öne sürülen yazılar tercih ediliyor. Eleştiri ve tanıtım, pazarlama etkinliklerinin bir parçası durumuna geliyor. Gündemi, büyük şirketlerin sponsorluğundaki etkinlikler, gösterime giren dev bütçeli yapımlar, festivaller ve yıldızlar belirliyor.

Buna karşılık, bu sütunlarda sıkça değindiğimiz gibi, internet gibi görece bağımsız kanallar üzerinden yeni bir sinema kültürü ve film eleştirisi gelişiyor. Kuşkusuz, burada yazılı ve görsel basında yaşanan sorunların izlerini görmek mümkün. Ancak, ağırlıklı olarak bireysel girişimlere dayalı bu mecrada, ‘ağır eleştiri’ sınıfına sokabileceğimiz incilere de rastlanmakta.

Peki, ‘ayaküstü’ diye nitelendirebileceğimiz yaklaşıma karşılık, ‘ağır’ eleştiri dediğimiz şey ne gibi özelliklere sahip olmalı derseniz, önerilerimizi bir kaç başlıkta toparlamaya çalışalım. Buna bir manifesto taslağı da diyebilirsiniz:

-       Kendisini anlatım tarzı açısından sınırlandırmaz: Kurmacaya olduğu kadar belgesel, deneysel ve canlandırmaya da yer verir. Kısa ve uzun metraj ayrımı yapmaz.

-       Tür, tema, içerik farkı tanımaz: Farklı türdeki filmlerin yanı sıra, anaakım dışında kalan örneklere, siyasal sinemaya, tartışmalı yapımlara ilgi duyar.

-       ‘Medya’ ayrımı gözetmez: Sinema, televizyon ve internet gibi farklı kanallardan gösterime sunulan ‘hareketli görüntülerin’ bütününü içerir.

-       Güncelle sınırlı değildir, geçmişe değer verir: Gösterimde olan filmlere yetişmek yerine, geçmişte gözardı edilmiş olan örnekleri bulur çıkarır, yeniden tartışma konusu yapar.

-       Filmin kendisini olduğu kadar içinde yer aldığı bağlamı da dikkate alır: toplumsal ve ekonomik arka planı tartışmanın yanısıra, başka disiplinler ve sanatlarla da diyalog içerisindedir.

 (Taraf gazetesinde 26.02.2009'da yayınlanmıştır)

Hiç yorum yok: