7 Şubat 2009 Cumartesi

olağan işler

Son haftalara damgasını vuran iki ayrı itiraf, Türkiye’de farklı dönemlerin sorgulamasına zemin hazırlıyordu. Taraf’ta Neşe Düzel’in Abdülkadir Aygan’la ile yaptığı röportaj, bir dönem varlığı dahi inkar edilen bir yapılanmanın tüyler ürpertici icraatlarına değiniyordu. Oyuncu Atilla Olgaç’ın, bir televizyon programı ile Radikal’deki söyleşisinde dile getirip, ardından inkar ettiği itiraflar ise, yıllardır ‘kurtarıcı’ olarak nitelenen bir savaşın daha az bilinen yüzünü açık ediyordu. Bu açıklamalar karşısında yaygın tepki, dönemi ya da olayların meydana geliş şartlarını sorgulamaktan çok, itirafta bulunanların kişiliklerini tartışmak oldu. Aygan’ın Türkiye’ye iadesi için işlemler başlatılırken, Olgaç, gösterilen tepkiler karşısında vakit geçirmeden anlattıklarının kurmaca olduğunu savundu. Belki de haksız sayılmazdı. Zira çok az kimse ona ya da Kıbrıs’taki diğer askerlere, uluslararası hukuka aykırı olarak savaş esirlerini vurma emrini verenleri sorguladı. Elbette, önce itirafta bulunanın okkanın altına gitmesi gerekiyordu. 

Aslında, gücü tartışılmaz bir mekanizma karşısında bu iki bireyin farklı davranabilme, emredilenleri red etme şansının olmadığını biliyoruz. Aygan bunu soğukkanlı ve rasyonel biçimde ifade ederken (“bu görevi yerine getirmemem için ya intihar etmem lazım ya da onların beni öldürmesini beklemem lazım”), Olgaç sanatçı duyarlılığıyla çaresizliğini ve pişmanlığını vurguladı. Öyleyse, yapıldığını varsaydığımız bu eylemler, mazur görülmese dahi farklı bir açıdan değerlendirilebilir mi?  Pek çok yerde geçerli yasalara ve genel eğilimlere göre, hayır. Ordu ya da benzer bir yapılanma içerisinde yer almak ve emir-komuta zinciri içerisinde hareket etmek, çoğunlukla hafifletici sebep sayılmıyor. Bu açıdan yalnızca “samimi itirafların” dikkate alındığını biliyoruz. Peki, emirleri verenler? Deneyimlerimiz onlara çoğunlukla bir şey olmadığını gösteriyor.

Bu noktada sözü, yakın dönemde tanık olduğumuz benzer bir vahşete ve onun sorumlularına getirmek istiyorum. ABD’nin Irak işgali sırasında Ebu Garip Hapishanesi’nde yaşananlar, bir grup askerin anlaşılması zor bir ihtiyatsızlık ya da kayıtsızlıkla çektiği fotoğraflar sayesinde dünyanın gündemine geldi. Buradaki tutsaklara uygulanan insanlık dışı muamale haklı bir tepkiye yol açtı. Peki bu fotoğrafları çeken askerler kimdi, nasıl bir psikolojiyle hareket etmişlerdi, sorumlulara ne oldu?

Yönetmen Errol Morris, Türkiye’de ne yazık ki yalnızca Filmekimi’nde gösterilen ödüllü belgeseli Olağan İşler’de (Standard Operating Procedure) bu soruların yanıtını arıyor (dileriz bir dağıtımcı, yakında böyle bir filmi izleyiciyle buluşturmaya cesaret eder). Morris, bir yandan fotoğrafları çeken ve poz veren askerlerle konuşurken, bir yandan da soruşturmayı yürüten yetkililerin görüşlerine yer veriyor. Ayrıca, sözkonusu fotoğraflarla ilgili olarak yapılan ayrıntılı incelemenin sonuçlarını tartışıyor.

Bilindiği gibi, Ebu Garip’de yaşananlar bu fotoğraflar sayesinde açığa çıkmıştı. Eğer fotoğraflar olmasaydı, olaylar tıpkı ülkeden ülkeye gezen CIA’nin sorgulama uçakları gibi hasıraltı edilecekti. Uzun süre olanları inkar eden ABD yönetimi, fotoğraflar karşısında özür dilemek durumunda kaldı. Ancak, dönemin ABD Başkanı George Bush bu fotoğrafların “gerçek Amerika’yı yansıtmadığını” savundu. Buna karşılık yazar Susan Sontag, The New York Times Magazine’ndeki yazısında işkence fotoğraflarının sadistçe filmler ve video oyunlarıyla şekillenen, narsistik bir teşhir arzusu duyan Amerikan popüler kültürünün gerçek yüzü olduğunu belirtti.

Olağan İşler ise, konunun göründüğünden daha karmaşık olduğunu ortaya koyuyor. Fotoğrafların, sanılanın aksine meseleyi gözler önüne sermekten çok örtbas etmek için kullanıldığını savlıyor. Fotoğraftaki askerlerin görüşlerine ve duygularına yer vererek, görünenin ardında yatanı göstermeye çalışıyor.

Fotoğraflarda ölü bir Iraklı tutsağın yanında baş parmağı havada gülümseyerek poz veren er Sabrina Harman’a duygularını soran Morris, bir yandan da bu mizansenin öncesini araştırıyor. Raporlara ölüm nedeni kalp krizi olarak geçirilen bu “hayalet tutsağın” Ebu Garip’e nasıl getirildiğini ve nasıl gözaltında kaybedildiğini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ve karşısına başka bir “hayalet” çıkıyor: askerlerin anlatımıyla Diğer Hükümet Kurumları ya da başka bir deyişle CIA.

Olayların sorumlusu olarak kimlerin yargılandığını ve ceza aldığını ise sormaya bile gerek yok: Sorgulamalarda görev dahi almayan, ancak fotoğrafları çeken ve poz veren yedi düşük rütbeli asker... Olağan İşler’de, boynuna bir tasma geçirilmiş Iraklı tutsağın ipini elinde tutarken pervasızca poz veren kısa boylu kadının samimi itiraflarını dinledikçe, aynı zamanda şu soruyu soruyorsunuz: Acaba o dönem bölgede görev yapan ve yargılanmak şöyle dursun madalyalarla ödüllendirilen üst düzey yetkililer benzer bir vicdan muhasebesinde bulundu mu? 

(Taraf gazetesinde 06.02.2009'da yayınlanmıştır)

Hiç yorum yok: