19 Şubat 2009 Perşembe

hatırlamak neye yarar?

Rob Dickinson'ın bir televizyon programı için gerçekleştirdiği Milgram deneyi canlandırması (2002).

Psikolog Stanley Milgram’ın adıyla anılan sosyal psikoloji deneyleri, otoriteyle ilgili en meşhur, ancak bir o kadar da tartışmalı çalışmalardan biridir. Deneylere ilham kaynağı olan Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın 1961’de başlayan yargılamasıdır. Milgram, bu yargılamadan hareketle, soykırım suçuna iştirak edenlerin sorumluluğunu ve emirlere itaat zorunluluğunu sorgular.

Deneylerde, katılımcıya ‘öğetmen’ rolü verilerek, başka bir odada bulunan ‘öğrenci’ye sorular sorması istenir. Eğer öğrenci bu sorulara yanlış yanıt verirse, katılımcı önündeki bir düğme aracılığıyla kendisine elektroşok uygulayacaktır. Katılımcıya her yanlış yanıtta elektriğin voltajının daha da yükseleceği söylenir. Verilen yanlış cevapların ardından, katılımcıya diğer odadaki öğrenciye ait olduğu belirtilen canhıraş bağrışlar dinletilir. Bir süre sonra, duvarlarda yumruklar ve yakınmalar işitilir. Tabi kimsenin canı yanmamıştır, ancak katılımcı bunu bilmemektedir. Katılımcıların çoğu, voltaj düzeyi ve bağrışmalar yükseldikçe rahatsız olur ve deneyi bırakmak ister. Ancak, ‘sorumlu’ konumunu üstlenen bir deney görevlisi kendisine devam etmesini söyler: “Lütfen devam edin”, “deneyin devamı için bu zorunlu”, “başka seçeneğiniz yok” gibi açıklamalar öne sürer.

Sonuçta, yapılan ilk deneylerde katılımcıların % 65’i elektroşoku en yüksek düzey olarak belirlenen 450 volta kadar yükseltirler. Elbette bir çoğu bundan ciddi rahatsızlık duyar ve karşılık olarak deney için yapılan ödemeyi iade etmek isterler. Deneylerle ilgili olarak İtaat adlı bir belgesel de hazırlayan Milgram, araştırmalarından şu sonuçları çıkarır: karar alma konusunda beceri ve deneyimi olmayan bir kişi, özellikle kriz anlarında, grubun ya da astın vereceği karara uyma eğilimindedir.  İkinci sonuca göreyse, kişi eğer yalnızca başkasının arzularını yerine getirdiğini düşünürse, eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeme yoluna gidecektir. Bu durumun yol açacağı sonuç ise mutlak itaattir. 

Profesör Milgram’ın deneyleri etik açıdan çok tartışıldı, zira katılımcılar aşırı stresli bir ortama sokulmuştu. Ayrıca, deneyin içeriği hakkında yeterince bilgilendirilmemişlerdi. Lauren Slater, 20. yüzyılın önemli psikolojik deneylerini ele aldığı kitabında (Openning Skinner’s Box’s), Milgram’ı sorgulamak üzere deneye katılanların izini sürmüş ve görüşmüş. Katılımcılardan biri bunun kendisi için çok önemli bir deneyim olduğunu, zira insanın neler yapabileceğinin farkına vardığını söylüyor. Bir diğer katılımcı da, benzer duygularla Vietnam Savaşı sırasında vicdani ret talebinde bulunduğunu belirtiyor. Geçen hafta Olağan İşler filminden söz ettiğimiz Erroll Morris, bir söyleşisinde, bu deneye katılanların, alacakları kararları ve davranışları konusunda bilinçlenmiş olmalarından hareketle, “soykırıma karşı Milgram deneyiyle aşılanmış oldukları” yorumunda bulunuyor.

Sözü, geçtiğimiz haftalarda gösterime giren iki filme getirmek istiyorum: Güz Sancısı (Tomris Giritlioğlu) ve Beşir’le Vals (Ari Folman). İlk bakışta, bu iki film arasında, yakın tarihe eğilmeleri dışında, bir ortaklık olmadığı söylenebilir. Hatta anlatım tarzı ve tür açısından ne derece farklı oldukları vurgulanabilir. Biri 6-7 Eylül 1955 olayları, diğeri ise Lübnan’daki Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarında 1982’de yaşanan katliamı konu alan filmler, olaylara yaklaşımı açısından çokça eleştirildi. Yaşanan vahşetin kurbanlarını görmezden geldikleri, karikatürize ettikleri, sorumluları yeterince sorgulamadıkları söylendi. 

Bu konunun tartışmasını eleştirmen arkadaşlarımıza bırakarak, iki filmin de yaşanan bu korkunç olayların toplumsal bellekten tümüyle yitip gitmesine engel olmak, kısaca hatırlatmak gibi bir amaç taşıdığını savunabiliriz. Hatta Beşir’le Vals’te, bizzat filmin kahramanı (yönetmenin kendisi/canlandırma temsili) belleğinden tamamen sildiği askerlik günlerini anımsamaya çalışmaktadır. Her iki filmin sonunda, kurmaca ya da canlandırma görüntülerin ardından olayların ‘gerçek’ görüntülerine (fotoğraflar ve televizyon çekimleri) yer verilmesi de bu çerçevede değerlendirilebilir: “Anlattığımız bu öyküler hâlâ size inandırıcı gelmediyse ya da hatırlamıyorsanız, alın size yaşananların birer kanıtı...”

Peki bütün bu hatırlama, unutturmama çabası acaba somut bir çözüme ulaşmamıza yardımcı olabilir mi? İyimser olmakta yarar var diye düşünüyorum. Bakarsınız bu filmler, ‘otorite kurbanı’ kahramanları izleyen ve benzer koşullarda aynı tepkileri verebilecek olan izleyiciler üzerinde bir tür “Milgram aşısı” işlevi görür. Bu sayede, kendimizi ve geçmişimizi sorgularız. 

Not: Milgram deneyleriyle ilgili güncel bir değerlendirme için Fatih Aça'nın NTV-MSNBC'deki haberine bakın.

(Taraf gazetesinde 19.02.2009'da yayınlanmıştır)

Hiç yorum yok: