26 Şubat 2009 Perşembe

'ağır' eleştiri

Modern yaşamın getirdiği hız uzunca bir süredir yaşamlarımızı etkisi altına aldı. Zamanın akışı içerisinde neredeyse bütün eylemlerimiz hız kazanıyor. Gideceğimiz yere daha hızlı ulaşıyor, daha hızlı yemek yiyor ve daha hızlı çalışıyoruz. Bu gelişme çoğu zaman olaylara yeterli uzaklıktan bakamama ve akıntıya kapılıp sürüklenmeyi de beraberinde getiriyor. Yaşama dair pek çok şeyi ıskalamamıza yol açıyor. Gülten Akın’ın artık deyimleşen dizelerinde olduğu gibi: ‘Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya’.

Öte yandan, bizi ‘yavaşlığı keşfe’ ve durup uzaktan bakmaya çağıran sanat yapıtlarının sayısı da artıyor. Bu yapıtların etkisiyle mi bilinmez, yaşam pratiklerini, çağın hızlı akışına değil de, farklı bir ritme oturtma çabalarına daha sık rastlanır oldu bugünlerde. Örneğin, hızlı yaşam tarzının simgesi ayaküstü yemeğe (fast food) karşı bilinçlenmenin doğurduğu yavaş yemek (slow food) hareketi İtalya’dan dünyanın çeşitli yerlerine yayıyılıyor. ‘Ayaküstü’ olarak nitelendirebileceğimiz yaşam ve çalışma tarzlarına karşı yeni yeni seçenekler gündeme geliyor.

Bu alanda yeni bir bilinçlenme çağrısı da, internet üzerinden yayınlanan sinema dergisi de Filmkrant’tan geldi. Dergi, fazla siyasi, felsefi oldukları gerekçesiyle başka mecralarda yayınlanma şansı bulamayacakları düşünülen eleştiri yazılarını bir araya getirdiği sayısına ‘ağır eleştiri’ başlığını uygun görmüş (çeviride, ‘yavaş’ yerine ‘ağır’ sözcüğünü yeğlememizin nedeni, sözcüğün ‘hız’ın karşıt anlamını içermesinin yanısıra, ‘ciddi’ ve ‘değerli’ gibi anlamlar da taşıması).  

Derginin editörü Dana Linssen giriş yazısında ‘ağır’ ya da yavaş filmlerden söz ediyor:

sinema hakkında konuşurken bazı sözcüklerden kaçınmak gerekir: yavaş, derin, uzun... Oysa ki, sözkonusu sözcükler bir anlamda çağdaş sinemadaki gelişmeleri de ifade ediyor. Dahası, çekim süresi uzadıkça görüntü dokusunun ardındakileri görebilme şansımız da artıyor. Ama işin doğrusu, bu sözlerle tanımlanan bir filmi kim gidip görmek ister? Belki de siz ve ben. Zira bizler gökyüzünün kararmasını yakından izlemek için de zaman harcıyoruz. Ancak, nasıl oluyor da endüstriyel olarak pompalanan kültüre bu derece zıt olan görüntüler bizi etkileyebiliyor? Yavaş olarak betimlenen bu görüntüler hakkında yazmak neden bir özre dönüşüyor? Ya da, bu yalnızca sinemanın sorunu mu? İşin ilginci bir resim ya da heykelin neden bu kadar yavaş ‘geçtiğini’ sorgulamıyoruz. Belki de onların çerçevelerinin içinde donuk kalmalarını beklediğimiz için.

Elbette, Linssen’in sözünü ettiği filmler yalnızca belirli bir gruba hitap ederken, sinemayı dolduran popüler filmlerinin çoğunun hızının arttığını belirtelim. Belirli dönemlerde çekilen filmlerin toplam sürelerini içerdikleri çekim sayısına bölerek, Ortalama Çekim Süresini (OÇS) hesaplayan akademisyenler, 1940’larda 7-8 saniye olan OÇS’nin bugün neredeyse 3 saniyeye indiğini belirtiyorlar. Kabaca bir hesapla, anaakım sinemada kurgunun ritminin iki kat daha hızlandığını söyleyebiliriz. 

Yaşadığımız kriz yalnızca sinema eleştirisine özgü değil. Günlük basında sanat eleştirisine tanınan alan giderek daralıyor. Bu konudaki açığı kapatan aylık dergiler, ekonomik krize dayanamayıp kapanıyor. Eleştiri yerine kısa tanıtım yazılarıyla yetiniliyor. Konuyu farklı boyutlarıyla tartışan eleştiriler yerine, yaygın beğeniyi ölçüt aldığı öne sürülen yazılar tercih ediliyor. Eleştiri ve tanıtım, pazarlama etkinliklerinin bir parçası durumuna geliyor. Gündemi, büyük şirketlerin sponsorluğundaki etkinlikler, gösterime giren dev bütçeli yapımlar, festivaller ve yıldızlar belirliyor.

Buna karşılık, bu sütunlarda sıkça değindiğimiz gibi, internet gibi görece bağımsız kanallar üzerinden yeni bir sinema kültürü ve film eleştirisi gelişiyor. Kuşkusuz, burada yazılı ve görsel basında yaşanan sorunların izlerini görmek mümkün. Ancak, ağırlıklı olarak bireysel girişimlere dayalı bu mecrada, ‘ağır eleştiri’ sınıfına sokabileceğimiz incilere de rastlanmakta.

Peki, ‘ayaküstü’ diye nitelendirebileceğimiz yaklaşıma karşılık, ‘ağır’ eleştiri dediğimiz şey ne gibi özelliklere sahip olmalı derseniz, önerilerimizi bir kaç başlıkta toparlamaya çalışalım. Buna bir manifesto taslağı da diyebilirsiniz:

-       Kendisini anlatım tarzı açısından sınırlandırmaz: Kurmacaya olduğu kadar belgesel, deneysel ve canlandırmaya da yer verir. Kısa ve uzun metraj ayrımı yapmaz.

-       Tür, tema, içerik farkı tanımaz: Farklı türdeki filmlerin yanı sıra, anaakım dışında kalan örneklere, siyasal sinemaya, tartışmalı yapımlara ilgi duyar.

-       ‘Medya’ ayrımı gözetmez: Sinema, televizyon ve internet gibi farklı kanallardan gösterime sunulan ‘hareketli görüntülerin’ bütününü içerir.

-       Güncelle sınırlı değildir, geçmişe değer verir: Gösterimde olan filmlere yetişmek yerine, geçmişte gözardı edilmiş olan örnekleri bulur çıkarır, yeniden tartışma konusu yapar.

-       Filmin kendisini olduğu kadar içinde yer aldığı bağlamı da dikkate alır: toplumsal ve ekonomik arka planı tartışmanın yanısıra, başka disiplinler ve sanatlarla da diyalog içerisindedir.

 (Taraf gazetesinde 26.02.2009'da yayınlanmıştır)

22 Şubat 2009 Pazar

okuma önerileri

- Serhan Ada, Radikal'de bu haftaki yazısında 'intihal' konusunu ele alıyor ve akademinin bu konudaki tutumunu sorguluyor. Akademi dışında yer alanların da ilgisini çekeceğini düşünüyorum.

Danny Boyle'un Hindistan'da çektiği Slumdog Millionaire (2008) geniş bir tartışma yarattı. Filmin Hindistan'a ve genel olarak yoksulluğa yaklaşımı eleştirilen konuların başında yer alıyordu. Benim filme ilişkin kayde değer bulduğum yazı ve sitelerden bazıları şunlar:
- Filmin resmi sitesi içerdiği bilgiler ve referanslarıyla yararlı bir giriş olabilir.
- Danny Boyle yılın bir başka önemli yönetmeni Dareen Aronofsky (Güreşçi) ile yarışma programlarını ve kullandığı kamera tekniklerini konuşmuş.
- Boyle'un esin kaynaklarını ise San Fransisco Bay Guardian'a verdiği söyleşide okuyabilirsiniz.
- Filmle ilgili ağırlıklı olarak olumsuz değerlendirmeleri FilmPhilosophy'nin Salon sayfalarından (Ocak ve Şubat tartışmaları) takip edebilirsiniz.
- David Bordwell bu tartışmalara bir yanıt niteliği de taşıyan yazısında filmin konvensiyonlardan nasıl yararlandığını ele alıyor. Son derece açıklayıcı bir yazı.

Son olarak, filmi sevenler grubuna dahil olduğumu belirtip, Slumdog Millionaire adının Türkçe çevirisiyle ilgili bir kaç noktaya değineyim: Vikas Swarup’un geçtiğimiz günlerde Türkçeye çevrilen 2005 tarihli romanı Q & A'den (Soru-Cevap) uyarlanan filmin başlığındaki 'Slumdog' uydurma bir sözcük. Slum (Redhouse: şehrin yoksul semti; gecekondu bölgesi, kenar mahalle) ve underdog (Redhouse: mücadeleyi kaybedecek durumda olan kimse; haksızlığa maruz kalan kimse. Bir yarışmada favori olmayan kişi de diyebiliriz buna).
Dolayısıyla slumdog, hem filmin bir sahnesinde kullanıldığı gibi 'kenar mahalle iti', hem de 'kenar mahalleden çıkan yarışmayı kazanması beklenmeyen kişi' anlamlarını ifade ediyor. 
Düz bir çeviriyle Milyoner Kenar Mahalle İti diyebiliriz. Ama biraz daha serbest bir çeviri şöyle olabilirdi belki: Kim Oluyorsun da 500 Milyar İstiyorsun?

internet çağında film eleştirisi

Geçtiğimiz günlerde Kafa Ayarı'nda "'Blog' Havası" başlıklı yazısıyla Fuat Er, internette film eleştirisini yeniden gündeme taşıdı. Er, haklı olarak bu mecrada yayınlanan yazıların büyük çoğunluğunun tanıtımdan öteye gidemediğini belirtti: 
Bütün bu siteler her gün, yeni “yazarlarla” birlikte eski-yeni birçok filme dair “yorum” üretiyorlar – yorumlanmamış tek bir film bırakmamacasına! Ne var ki tıpkı yazar-yönetmen-müzisyen bolluğu gibi, yorum bolluğu da bir yokluğu ifşa etmiyor mu? O yüzlerce siteyi düzenli olarak takip etmenin imkânsızlığı bir tarafa, bir film hakkında esaslı bir metnin peşine düştüğünüzde çoklukla hüsrana uğruyorsunuz.
Necati Sönmez de, bir süre önce kaleme aldığı yazısında genel olarak film eleştirisini sorguluyordu. Önce, benim buradan hareketle daha önce yazdığım bir yazıya yer vereyeyim (Taraf, 12.09.2008):

‘Sinemanın ölümü’, ‘sinefili çağının sonu’ gibi tartışmaların ardından, kaçınılmaz olarak film eleştirisinin içinde bulunduğu durum da eleştirel açıdan mercek altında. İlk olarak, özellikle ABD’de gazete ve dergilerin giderek film eleştirisine daha az yer veriyor oluşu, hatta kadrolu eleştirmenlerini işten çıkarması dikkat çekti. Bunu, eleştirinin yazılı basınla sınırlı olmadığı, farklı mecralar bulunduğu uyarısı izledi.

Bu tartışmalara girmeden meselenin özüne yönelik bir noktaya değinmekte yarar var. Konuya dikkatleri Taraf'taki (daha sonra Mavi Defter’de) yazısıyla Necati Sönmez çekti: Medyada sinema üzerine yazılanların ne kadar dar bir alana hapsolduğu, popüler olanın bir adım ötesine geçemediği. Taraf okurlarının bu gazetede yer alan yazılarından tanıdığı Sönmez, söz konusu yazısında, günümüz eleştirmenlerinin neden müzik videoları, deneysel sinema ya da belgesel konusunda kalem oynatmadıklarını sorguluyor.

Sinema dünyasındaki dijital devrimin getirdiği yeni ufukları aktaran Necati Sönmez, bu ilgi eksikliğini çarpıcı bir benzetmeyle yorumluyor:

Sinemanın belli kulvarlarında böylesine büyüleyici gelişmeler olurken, onlara dönüp bakmamak için merak duygusunu büsbütün yitirmiş olmak gerekiyor. Bugün bir ‘sinefil’ için belgesele uzak durmak, müzik üzerine ahkam kesip de caz hakkında en ufak bir fikri olmamak gibi bir şey.

Sinemanın kapsamı elbette yalnızca sinemada izlenen uzun metraj kurmaca filmlerle sınırlı değil. Deneysel ve belgesel gibi farklı kulvarların yanı sıra, günümüzdeki artık televizyon dizilerinden müzik videolarına bir dizi ‘hareketli görüntü’ sinefillerin ilgi alanına dahil olmuş durumda. Sinema alanında çalışan akademisyenleri biraraya getirmeyi amaçlayan ABD merkezli “Sinema Araştırmaları Derneği” de, bir süre önce adını “Sinema ve Medya Araştırmaları Derneği” olarak değiştirerek, ilgi alanlarını “film, televizyon, video ve yeni medya” olarak genişletti.

Bu türden bir açılımın sonuçlarını bir yana bırakıp, baştaki sorunumuza, internette film eleştirisi konusuna gelirsek, karşımıza sınırlarını bilemediğimiz bir dünya çıkıyor. Sanal ortamda, (geniş anlamda) sinema üzerine kalem oynatanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Bunlar arasında, eleştiriyi tanıtımdan ibaret sanıp, sınırlı değerlendirmelere yer verenlerin sayısı oldukça fazla. Ancak, ufuk açan, sinemaya yeni bir gözle bakmamızı sağlayanlar da yok değil.

Kendilerine yazacak mecra bulamayan kimi sinema yazarları internet günlüklerini kullanırken, çeşitli blogcular da kendilerine yazılı basında yer bulabiliyor. Bu yeni gelişmeyi değerlendiren sinema dergisi Cineaste, son sayısında konuyla ilgili bir sempozyuma yer vermiş. İnternet eleştirisinin sinema kültürüne belirgin bir katkıda bulunup bulunmadığı sorusuna yanıt arayan derginin soruşturmasına yanıt veren sinema yazarları, sinemayla ilgili çok sayıda ve zengin içerikli materyale ulaşmanın olanaklı hale geldiğini vurguluyor. Bir çok yazar, bu durumu 1960’larda sinema dergileri ve kulüplerinin sayısındaki patlamaya benzetiyor. İnternetteki film eleştirisinin altı çizilen yönlerinden biri de, okurların yanıt vermesine olanak sağlayan forumlar ve elektronik posta özellikleri. Bunun film eleştirisine ‘katılımcı’ bir boyut katıp katmadığı da tartışılan konuların başında yer alıyor. Uzun zamandır yazılı basının yanısıra internette yazmayı sürdüren eleştirmen Jonathan Rosenbaum, internet eleştirisinin katkılarını şöyle özetliyor:

İnternet, katkıda bulunanlar, kullanılan yöntem, okurlar, sosyal formasyonlar ve mecralar açısından kesinlikle alanının sınırlarını genişletiyor. İnternet aynı zamanda üslup, biçim ve boyut açısından da bir dizi yenilik sunuyor: anında yanıt olanağıyla karşılıklı etkileşim, artı ve eksileriyle hızlı yayınlama olanağı, filmden kareler kullanabilme kolaylığı gibi.

***

Bu yazıdan kısa bir süre sonra İngiliz sinema dergisi Sight and Sound da (Ekim 2008) konuya ‘Eleştiriye kimin ihtiyacı var?’ başlıklı bir soruşturmayla eğildi ve eleştirmenlere üzerlerinde iz bırakan isimleri sordu.

Özetleyecek olursak, sinema yazınında pazarlama odaklı ya da yalnızca değer yargısı beyanı içeren tanıtım yazılarının, internete özgü olmayan, genel bir sorun olduğunu söyleyebiliriz. İnternetin ise, bu sorunlarla malul olmakla birlikte bağımsız yapısı sayesinde (sınırlı da olsa) yeni açılımlara olanak tanıdığı görüşündeyim. 

Not: Haftaya bu konuyu tartışmayı sürdüreceğiz.

20 Şubat 2009 Cuma

haftanın sözü

Emin: Çok fazla film yaptılar, canım sıkıldı... Orda da bir sivriltme durumu var, hep söylerim ya, insan, kalemin ucunu sivriltmekten kendini alamayan bir canlı, uç kırılır gene sivriltir, kırılır gene... Görüntüye taktılar, görüntüyü sivriltiyorlar... Senin buna canın sıkılmıyor mu? Ortasını bulsalar hiç değilse...
Latife Tekin, Ormanda Ölüm Yokmuş. Everest, 2002, s. 93-94.

19 Şubat 2009 Perşembe

ressam ve oyuncu

Picasso 'profesyonel sanatçı' rolünde. Uzanan model ise oyuncu Jean Marais (1944).

hatırlamak neye yarar?

Rob Dickinson'ın bir televizyon programı için gerçekleştirdiği Milgram deneyi canlandırması (2002).

Psikolog Stanley Milgram’ın adıyla anılan sosyal psikoloji deneyleri, otoriteyle ilgili en meşhur, ancak bir o kadar da tartışmalı çalışmalardan biridir. Deneylere ilham kaynağı olan Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın 1961’de başlayan yargılamasıdır. Milgram, bu yargılamadan hareketle, soykırım suçuna iştirak edenlerin sorumluluğunu ve emirlere itaat zorunluluğunu sorgular.

Deneylerde, katılımcıya ‘öğetmen’ rolü verilerek, başka bir odada bulunan ‘öğrenci’ye sorular sorması istenir. Eğer öğrenci bu sorulara yanlış yanıt verirse, katılımcı önündeki bir düğme aracılığıyla kendisine elektroşok uygulayacaktır. Katılımcıya her yanlış yanıtta elektriğin voltajının daha da yükseleceği söylenir. Verilen yanlış cevapların ardından, katılımcıya diğer odadaki öğrenciye ait olduğu belirtilen canhıraş bağrışlar dinletilir. Bir süre sonra, duvarlarda yumruklar ve yakınmalar işitilir. Tabi kimsenin canı yanmamıştır, ancak katılımcı bunu bilmemektedir. Katılımcıların çoğu, voltaj düzeyi ve bağrışmalar yükseldikçe rahatsız olur ve deneyi bırakmak ister. Ancak, ‘sorumlu’ konumunu üstlenen bir deney görevlisi kendisine devam etmesini söyler: “Lütfen devam edin”, “deneyin devamı için bu zorunlu”, “başka seçeneğiniz yok” gibi açıklamalar öne sürer.

Sonuçta, yapılan ilk deneylerde katılımcıların % 65’i elektroşoku en yüksek düzey olarak belirlenen 450 volta kadar yükseltirler. Elbette bir çoğu bundan ciddi rahatsızlık duyar ve karşılık olarak deney için yapılan ödemeyi iade etmek isterler. Deneylerle ilgili olarak İtaat adlı bir belgesel de hazırlayan Milgram, araştırmalarından şu sonuçları çıkarır: karar alma konusunda beceri ve deneyimi olmayan bir kişi, özellikle kriz anlarında, grubun ya da astın vereceği karara uyma eğilimindedir.  İkinci sonuca göreyse, kişi eğer yalnızca başkasının arzularını yerine getirdiğini düşünürse, eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeme yoluna gidecektir. Bu durumun yol açacağı sonuç ise mutlak itaattir. 

Profesör Milgram’ın deneyleri etik açıdan çok tartışıldı, zira katılımcılar aşırı stresli bir ortama sokulmuştu. Ayrıca, deneyin içeriği hakkında yeterince bilgilendirilmemişlerdi. Lauren Slater, 20. yüzyılın önemli psikolojik deneylerini ele aldığı kitabında (Openning Skinner’s Box’s), Milgram’ı sorgulamak üzere deneye katılanların izini sürmüş ve görüşmüş. Katılımcılardan biri bunun kendisi için çok önemli bir deneyim olduğunu, zira insanın neler yapabileceğinin farkına vardığını söylüyor. Bir diğer katılımcı da, benzer duygularla Vietnam Savaşı sırasında vicdani ret talebinde bulunduğunu belirtiyor. Geçen hafta Olağan İşler filminden söz ettiğimiz Erroll Morris, bir söyleşisinde, bu deneye katılanların, alacakları kararları ve davranışları konusunda bilinçlenmiş olmalarından hareketle, “soykırıma karşı Milgram deneyiyle aşılanmış oldukları” yorumunda bulunuyor.

Sözü, geçtiğimiz haftalarda gösterime giren iki filme getirmek istiyorum: Güz Sancısı (Tomris Giritlioğlu) ve Beşir’le Vals (Ari Folman). İlk bakışta, bu iki film arasında, yakın tarihe eğilmeleri dışında, bir ortaklık olmadığı söylenebilir. Hatta anlatım tarzı ve tür açısından ne derece farklı oldukları vurgulanabilir. Biri 6-7 Eylül 1955 olayları, diğeri ise Lübnan’daki Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarında 1982’de yaşanan katliamı konu alan filmler, olaylara yaklaşımı açısından çokça eleştirildi. Yaşanan vahşetin kurbanlarını görmezden geldikleri, karikatürize ettikleri, sorumluları yeterince sorgulamadıkları söylendi. 

Bu konunun tartışmasını eleştirmen arkadaşlarımıza bırakarak, iki filmin de yaşanan bu korkunç olayların toplumsal bellekten tümüyle yitip gitmesine engel olmak, kısaca hatırlatmak gibi bir amaç taşıdığını savunabiliriz. Hatta Beşir’le Vals’te, bizzat filmin kahramanı (yönetmenin kendisi/canlandırma temsili) belleğinden tamamen sildiği askerlik günlerini anımsamaya çalışmaktadır. Her iki filmin sonunda, kurmaca ya da canlandırma görüntülerin ardından olayların ‘gerçek’ görüntülerine (fotoğraflar ve televizyon çekimleri) yer verilmesi de bu çerçevede değerlendirilebilir: “Anlattığımız bu öyküler hâlâ size inandırıcı gelmediyse ya da hatırlamıyorsanız, alın size yaşananların birer kanıtı...”

Peki bütün bu hatırlama, unutturmama çabası acaba somut bir çözüme ulaşmamıza yardımcı olabilir mi? İyimser olmakta yarar var diye düşünüyorum. Bakarsınız bu filmler, ‘otorite kurbanı’ kahramanları izleyen ve benzer koşullarda aynı tepkileri verebilecek olan izleyiciler üzerinde bir tür “Milgram aşısı” işlevi görür. Bu sayede, kendimizi ve geçmişimizi sorgularız. 

Not: Milgram deneyleriyle ilgili güncel bir değerlendirme için Fatih Aça'nın NTV-MSNBC'deki haberine bakın.

(Taraf gazetesinde 19.02.2009'da yayınlanmıştır)

14 Şubat 2009 Cumartesi

hay bin valentin




Bonanza Jellybean (Rain Phoenix): Seni seviyorum... Sana ne zaman ‘seni seviyorum’ desem irkiliyorsun. İşte senin sorunun bu.

Sissy Hankshaw (Umma Thurman): Eğer beni sevdiğini söylediğinde irkiliyorsam, bu ikimizin de sorunudur. Benim çelişkilerim senin de çelişkilerin. Öğrenciler hocaların kafasını karıştırır, hastalar psikiyatristlerin.... Aşıkların kalbi karışıktır... Kalbi karışık aşıklar, kalbi temiz aşıkların kafasını karıştırır...

Dişi Kovboylar da Hüzünlenir (Even Cowgirls Get the Blues, Gus van Sant, 1993)

Burada üç farklı aşk türü arasında ayrım yapılabilir. İlk olarak çılgın aşıktan sözedebiliriz. Paranoyanın göstergesi olan ‘O beni seviyor’ kesinliği. İkinci olarak, aşkın daha kadınsı versiyonu: ‘O beni seviyor mu?’ Ve üçüncü olarak, erkek versiyonu, ‘Onu seviyor muyum?’ Bir kadın sevgilisinin onu gerçekten sevip sevmediği konusunda saatlerce endişelenebilirken, erkek, zamanını daha çok tercih ettiği kadına olan aşkından kuşku duymakla geçirecektir. 

Darian Leader, Kadınlar neden postaladıklarından daha çok mektup yazarlar?

13 Şubat 2009 Cuma

duyuru


Sevimsiz, ticari ve kırmızı balonla simgeleşen sevgililer gününü alternatif bir etkinlikle değerlendirmek isterseniz 'Ayın Filmi Kulübü'ne bekleriz:
Bu ayki filmimiz, günün mana ve ehemmiyetine biaen Aşk Üzerine Kısa Bir Film (Krótki film o milosci) (Krzysztof Kieslowski, 1988).
Filmi tartışmaya açacak olanlar ise:
Gökhan Erkılıç (Sekans dergisi yayın yönetmeni)
Faruk Gençöz (ODTÜ Psikoloji Bölümü)
Ahmet Gürata (Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım Bölümü)

Film gösterimi 14 Şubat Cumartesi günü 12.30-13.50 arasında, yuvarlak masa tartışması ise 14.00-16.00 arasında gerçekleşecek.
Yer: Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı, Paris Caddesi No 14, Ankara 

9 Şubat 2009 Pazartesi

"van minüt"

BİLGE KİŞİDE BİLGECE OLAN, TUTUMUDUR
Bay K.'ya gelen bir felsefe profesörü, ona kendi bilgeliğini anlattı. Bir süre sonra Bay K., ona şöyle dedi: "Sen rahatsız oturuyorsun, rahatsız konuşuyorsun, rahatsız düşünüyorsun."
Öfkelenen felsefe profesörü, şu karşılığı verdi: "Ben, kendime değil, fakat söylediklerimin içeriğine ilişkin bilgi edinmek istemiştim." "Söylediklerinin hiçbir içeriği yok", dedi Bay K. "Yolunda beceriksizce ilerlediğini görüyorum ve yine gördüğüm kadarıyla, bu ilerlemen sırasında erişebildiğin hiçbir hedef yok. Söylediklerin karanlık; konuşman sırasında hiçbir şeyi aydınlatmıyorsun. Bu tutumu görünce hedef beni ilgilendirmiyor." 
Bertolt Brecht, Bay Keuner'in Öyküleri, Türkçesi: Ahmet Cemal, Mitos Yayınları, 1994.

7 Şubat 2009 Cumartesi

zamanın külleri

"Bir şeyi yitirmek istiyorsan, yanından ayırma"
Ashes of Time: Redux (Wong Kar-Wai, 1994-2008)

olağan işler

Son haftalara damgasını vuran iki ayrı itiraf, Türkiye’de farklı dönemlerin sorgulamasına zemin hazırlıyordu. Taraf’ta Neşe Düzel’in Abdülkadir Aygan’la ile yaptığı röportaj, bir dönem varlığı dahi inkar edilen bir yapılanmanın tüyler ürpertici icraatlarına değiniyordu. Oyuncu Atilla Olgaç’ın, bir televizyon programı ile Radikal’deki söyleşisinde dile getirip, ardından inkar ettiği itiraflar ise, yıllardır ‘kurtarıcı’ olarak nitelenen bir savaşın daha az bilinen yüzünü açık ediyordu. Bu açıklamalar karşısında yaygın tepki, dönemi ya da olayların meydana geliş şartlarını sorgulamaktan çok, itirafta bulunanların kişiliklerini tartışmak oldu. Aygan’ın Türkiye’ye iadesi için işlemler başlatılırken, Olgaç, gösterilen tepkiler karşısında vakit geçirmeden anlattıklarının kurmaca olduğunu savundu. Belki de haksız sayılmazdı. Zira çok az kimse ona ya da Kıbrıs’taki diğer askerlere, uluslararası hukuka aykırı olarak savaş esirlerini vurma emrini verenleri sorguladı. Elbette, önce itirafta bulunanın okkanın altına gitmesi gerekiyordu. 

Aslında, gücü tartışılmaz bir mekanizma karşısında bu iki bireyin farklı davranabilme, emredilenleri red etme şansının olmadığını biliyoruz. Aygan bunu soğukkanlı ve rasyonel biçimde ifade ederken (“bu görevi yerine getirmemem için ya intihar etmem lazım ya da onların beni öldürmesini beklemem lazım”), Olgaç sanatçı duyarlılığıyla çaresizliğini ve pişmanlığını vurguladı. Öyleyse, yapıldığını varsaydığımız bu eylemler, mazur görülmese dahi farklı bir açıdan değerlendirilebilir mi?  Pek çok yerde geçerli yasalara ve genel eğilimlere göre, hayır. Ordu ya da benzer bir yapılanma içerisinde yer almak ve emir-komuta zinciri içerisinde hareket etmek, çoğunlukla hafifletici sebep sayılmıyor. Bu açıdan yalnızca “samimi itirafların” dikkate alındığını biliyoruz. Peki, emirleri verenler? Deneyimlerimiz onlara çoğunlukla bir şey olmadığını gösteriyor.

Bu noktada sözü, yakın dönemde tanık olduğumuz benzer bir vahşete ve onun sorumlularına getirmek istiyorum. ABD’nin Irak işgali sırasında Ebu Garip Hapishanesi’nde yaşananlar, bir grup askerin anlaşılması zor bir ihtiyatsızlık ya da kayıtsızlıkla çektiği fotoğraflar sayesinde dünyanın gündemine geldi. Buradaki tutsaklara uygulanan insanlık dışı muamale haklı bir tepkiye yol açtı. Peki bu fotoğrafları çeken askerler kimdi, nasıl bir psikolojiyle hareket etmişlerdi, sorumlulara ne oldu?

Yönetmen Errol Morris, Türkiye’de ne yazık ki yalnızca Filmekimi’nde gösterilen ödüllü belgeseli Olağan İşler’de (Standard Operating Procedure) bu soruların yanıtını arıyor (dileriz bir dağıtımcı, yakında böyle bir filmi izleyiciyle buluşturmaya cesaret eder). Morris, bir yandan fotoğrafları çeken ve poz veren askerlerle konuşurken, bir yandan da soruşturmayı yürüten yetkililerin görüşlerine yer veriyor. Ayrıca, sözkonusu fotoğraflarla ilgili olarak yapılan ayrıntılı incelemenin sonuçlarını tartışıyor.

Bilindiği gibi, Ebu Garip’de yaşananlar bu fotoğraflar sayesinde açığa çıkmıştı. Eğer fotoğraflar olmasaydı, olaylar tıpkı ülkeden ülkeye gezen CIA’nin sorgulama uçakları gibi hasıraltı edilecekti. Uzun süre olanları inkar eden ABD yönetimi, fotoğraflar karşısında özür dilemek durumunda kaldı. Ancak, dönemin ABD Başkanı George Bush bu fotoğrafların “gerçek Amerika’yı yansıtmadığını” savundu. Buna karşılık yazar Susan Sontag, The New York Times Magazine’ndeki yazısında işkence fotoğraflarının sadistçe filmler ve video oyunlarıyla şekillenen, narsistik bir teşhir arzusu duyan Amerikan popüler kültürünün gerçek yüzü olduğunu belirtti.

Olağan İşler ise, konunun göründüğünden daha karmaşık olduğunu ortaya koyuyor. Fotoğrafların, sanılanın aksine meseleyi gözler önüne sermekten çok örtbas etmek için kullanıldığını savlıyor. Fotoğraftaki askerlerin görüşlerine ve duygularına yer vererek, görünenin ardında yatanı göstermeye çalışıyor.

Fotoğraflarda ölü bir Iraklı tutsağın yanında baş parmağı havada gülümseyerek poz veren er Sabrina Harman’a duygularını soran Morris, bir yandan da bu mizansenin öncesini araştırıyor. Raporlara ölüm nedeni kalp krizi olarak geçirilen bu “hayalet tutsağın” Ebu Garip’e nasıl getirildiğini ve nasıl gözaltında kaybedildiğini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ve karşısına başka bir “hayalet” çıkıyor: askerlerin anlatımıyla Diğer Hükümet Kurumları ya da başka bir deyişle CIA.

Olayların sorumlusu olarak kimlerin yargılandığını ve ceza aldığını ise sormaya bile gerek yok: Sorgulamalarda görev dahi almayan, ancak fotoğrafları çeken ve poz veren yedi düşük rütbeli asker... Olağan İşler’de, boynuna bir tasma geçirilmiş Iraklı tutsağın ipini elinde tutarken pervasızca poz veren kısa boylu kadının samimi itiraflarını dinledikçe, aynı zamanda şu soruyu soruyorsunuz: Acaba o dönem bölgede görev yapan ve yargılanmak şöyle dursun madalyalarla ödüllendirilen üst düzey yetkililer benzer bir vicdan muhasebesinde bulundu mu? 

(Taraf gazetesinde 06.02.2009'da yayınlanmıştır)

5 Şubat 2009 Perşembe

temâşâ-kârî

Hakkı Devrim, geçtiğimiz günlerde  Dil Yâresi'nde temâşâ sözcüğüne yer verdi. Önce, alıntılayım:
Çoğu zaman başıma gelir. Bir kelimeye takılır ve yazmaya başlamakta gecikirim. Gene öyle bir süre yaşadım. Yarın Güz Sancısı’ndan söz edeceğim. İlkin söze «Temaşa sanatları dünyası...» diye girmeye davrandım.
– Temaşa eskice bir kelime değil mi sence?
– Metin And «seyirlik oyunlar» diyordu.
İyi de seyirlik ve temaşa aynı anlama gelmez, demeye cüret ediyorum ben de. Evet seyir kelimesinin de, temaşa’nın da «yürümek» fiiliyle ilişkisi var. Seyretmek hem «bakmak», hem de «gitmek, yol almak» anlamlarına gelir. Temaşa da Arapça «yürümek» (meşy) kökünden geliyor, ama temâşî «birlikte yürümek» demektir; Farsça, temâşa’yı temâşî’den üretmiş gibi gelir bana. Uzatmayayım: kukla, perde oyunları, tiyatro, sinema, evet «seyirlik» sanatlardır, ama şu farkla: zevk almak, hayranlık duyularak ve topluca seyredilen sanatlardır bunlar. Türkçe’mizde seyretmek fiili hem «Durup bakmak», hem de «yol almak» anlamlarında kullanılmıştır. Ama bir sanat eserini zevk alarak seyretmekten söz ederken kullanılagelen kelime temaşa olmuşur.
Nitekim «seyirsever» dendiğini hiç işitmezsiniz; ama «temaşaperver» denir ve bu sadece «tiyatro-sever» demektir. Ben de temaşa dünyamız derken (Bu ifadede yer alan üç «a»yı da uzun söylemek gerekir) durup bir yere bakanları değil, bu seyirden farklı bir zevk alanları kastediyorum.
Fazla «eskimişliğimin» belirtisi; kelime seçerken neler düşündüğümü de bilmenizi istedim.

Bu değerlendirmeyi fırsat bilip, bir de Ferit Devellioğlu'nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat'ına (17. Baskı, Ankara: Aydın Kitabevi, 2000) bakalım:

temâşâ 1. bakıp seyretme. 2. gezme. Şâyân-ı temâşâ: görülmeye değer

temâşâ-gâh 1. seyir ve gezinti yeri. 2. tiyatro. 3. sinema.

temâşâ-ger (temâşâ-gerân) seyirciler.

temâşâ-gerî seyircilik

temâşâ-hâne 1. etrâfı temâşâ edilecek yer. 2. mec. dünyâ. 3. tiyatro oynanan yer.

temâşâ-kârî : seyircilik, seyrci vaziyeti 


Malum, sinemayla ilgili söz dağarcığımız batı dillerinden aktardığımız sözcüklerle (ör. mizansen, montaj vb.) ve yeni önerilen karşılıklarla gelişmekte. Belki de, geçmişin bir faydası olur diyerek, bir de "seyir"den hareketle, seyircilik durumunu değerlendirelim:

seyr 1. yürüme, yürüyüş, gitme, hareket. 2. yolculuk. 3. gezme, gezinme. 4. eğlenmek üzere bakma (bkz. temâşâ). 5. uzaktan bakıp karışmama. 6. gezilecek, görülecek şey.

seyrân-gâh : seyir yeri, eğlence yeri, gezme yeri.

Son olarak da, henüz incelemeye girişmediğimiz "seyir kültürümüzün" tarihçesine giriş için, Cemal Kafadar'ın “Sinema ve Tarih” başlıklı Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler - 5 Konferansı'nda yaptığı konuşmayı önerelim: (yay. Haz. Deniz Bayrakdar. İstanbul: Bağlam, 2006).